İrticâ kelimesinin gün yüzüne çıkması ve bununla beraber istismara açık ve tehditkâr bir unsur hâline gelmesi 31 Mart (13 Nisan 1909) Vak’ası ile oluşmuştur. Bu aynı zamanda bu topraklardaki darbe kültürünün de artık tam anlamıyla yerleşmesinin miladını da oluşturmaktadır.
Ancak henüz günümüzdeki manaya sahip değildir ve kullanma maksatları arasında ciddi bir fark vardır. O zaman bu tabirin manası; “nur-ı meşruiyeti söndürmek ve nâr-ı istibdadı alevlendirmek” şeklinde tabir edilmektedir. Yani sözde istibdata, Sultan Abdülhamid idaresindeki eski rejime; hainliklerini gerçekleştiremedikleri ve istedikleri gibi at oynatamadıkları için korkulu rüyalarına dönmek demekti.
Osmanlı döneminin ramazan ayında açık kadın oynatan tiyatrolara halkın gösterdiği muhalif tepkiyi irticâ olarak adlandırmak gibi bir bahtsızlığa bile düştüler. O dönem halkının, tabii olarak İslam ahlakı gayreti sebebiyle göstermiş olduğu bu reaksiyonu işlerine geldiği için Devr-i Hamidî’ye bağladılar. Sanki tiyatroya karşı yapılan müsamahasızlık gibi gösterdiler. Hâlbuki bunun aslının olmadığı ve büyük bir yalan olduğu Abdülhamid Han’ın kızı Ayşe Sultan’ın hatıratında açıkça görülmektedir. Sultan Hamid’in tiyatroya ve bu tür organizasyonlara bizzat destek verdiği aşikârdır. Bu gibi olayları misal olarak gösterip; onu ve halkı tiyatro karşıtı bir Sultan olarak gösterme gayreti ise tamamen farklı bir maksada hizmet etmeden başka bir şey değildir.
“İrtica” olayına ittihatçılar kanadından bakıldığında ise durum çok daha komik bir hâl almaktadır. Çünkü tasfiye etme amacıyla irticâ ile suçladıkları muhalifler; aslında İttihat ve Terakki idaresini Abdülhamid idaresine benzemek, Meşrutiyet’ten ve meşveretten uzaklaşmak üzerinden tenkit ediyorlardı. İttihatçılara hitaben, “birlikte istibdadı devirdik, siz geldiniz daha müstebit kesildiniz” diyorlardı. Yani Sultan Hamid dönemine istibdat diyenler ve ona karşı hasret duyanlara irticâ yakıştırması yapıştıranlar aslında bir devre ortaklıklarını yapanlar ve sonradan İttihat ve Terakki idaresi tarafından göz ardı edilerek muhalefete mecbur edilen Volkancılar ve Derviş Vahdeti gibi gruplar tarafından irticâ yapmakla suçlandılar. Fakat ittihatçılar kendilerine yöneltilen haklı tenkitleri ve suçlamaları başarılı bir şekilde muhaliflerin başına ve boynuna sarmayı başararak, irticâ silahını ustalıkla kullandılar.
Her daim iktidarda kalmak veya kontrol edebilmek adına yapamayacakları yoktu. Mesela 1926’da Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan daha demokrat, daha hürriyetperver, daha liberal taleplerle ortaya çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın, 1930’da ise Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın irticâ ile suçlanarak tasfiye edilmesi bunun en güzel misallerinden birisidir. Cumhuriyet Halk Fırkası 1950 yılına kadar kendisine karşı yapılacak en ufak bir hareketi hep bu ve buna benzer suçlamalarla savuşturarak çok acı bedeller ödettiler. Şeyh Said, Menemen, Maraş, Çorum ve Sivas hadiseleri gibi düzmece meselelerde hep irticâyı bahane gösterdiler.
“31 Mart Vakası”yla başlayan darbe kültürümüz, 1950 senesinde muhalefete düşen istibdatçılar sebebiyle bir kere daha gün yüzüne çıktı. Adalet Partisi’nin iktidara gelmesiyle muhalefete düşerek büyük bir darbe yaşayan bu güruh, inlerinden çıkarak planlarını devreye sokmaya başladı. 1960’ta darbe yaparak Menderes’i idam edenler, 1971’de muhtıra verenler ve yine 1980 yılında darbe yapanlar hep istibdada dönüyoruz korkutmasıyla ortaya çıktılar. Rahmetli Özal’ın şüpheli ölümü sonrasında bu memleketi kaos ve krizlere gark edenler ve 28 Şubat’ta post modern darbe yapanlar hep “irticâ hortladı, gericilik baş gösteriyor” bahanesini kullandılar. Aslında tek amaçları kendi saltanat dönemlerine dönmek istemeleriydi. Eskiye olan özlemlerinin bir tezahürüydü. Yani asıl istibdadı isteyenler onlardı. Dış destekçilerinin menfaatleri nispetinde, maşalıklarında başarılı oldular. Her dönem farklı bir usul bulmakta zorlanmayan bu kesimin, Menderes ve Demirel’in Erbakan hareketinden çok önce elde tespih, başta takkeli karikatürlerini çizdirdiğini de unutmamak lazım.
Son olarak 15 Temmuz günü FETÖ terör örgütü kullanılarak yapılan/yaptırılan kalkışma da 2014 öncesindeki hükümeti kontrol ettikleri günlere karşı olan hasretlerinin bir tezahürüdür. Ancak bu millet, Genç Osman, Abdülaziz Han, Abdülhamid Han, Adnan Menderes ve Turgut Özal’dan özür dilercesine ortaya koymuş olduğu iradeyle, İttihat ve Terakki’den miras kalan bu kokuşmuş zihniyete öyle bir darbe vurdu ki; bir daha böyle bir olaya teşebbüs edeceklere gerekli mesajı göndermiş oldu.
Netice; irticâ bu ülke üzerlerinde şahsi menfaatleri olan muhalefet, şer odakları ve aynı zamanda dış mihraklar tarafından sıkıştıklarında veya istediklerini yaptıramadıklarından, istibdada dönüyoruz çığlıkları ile Türkiye’ye karşı müdahale etmede kullanılan en etkili yol olmuştur. Bu sebeple irticânın esas sahibi, geçmişte İttihat Terakki olduğu gibi, günümüzde de onun zihniyetini devam ettirenlerdir.
Peki, tüm dünyada kullanılan veya kullanılmaya çalışılan, başka bir idare tarzı düşünülemeyen demokrasi mi? İşte bu zihniyetin demokrasi anlayışı. Falih Rıfkı Atay çok sarih bir dille izah ediyor: “Türkiye’de demokrasi; hoca ve mürteci saltanatı demektir.”