Osmanlıların, farklı milletten olan, farklı diller konuşan, âdet ve ananeleri farklı olan milyonlarca insanı, aralarındaki uçurum mahiyetindeki farklılıkları bıraktırarak, bir fikrin etrafında toplayıp, muazzam bir imparatorluk kurduklarını biliyoruz.
Bu muhteşem muvaffakiyet için bundan önce birçok sebepler sıralandı, araştırma tezi oldu, binlerce kitap yazıldı. Belki maddeler halinde sıralansa sonu gelmeyecek şekilde detaylardan bahsedildi. Bunların içinde elbette Türklerin harp etme kabiliyetlerinin, ciddi manada tesiri bulunmaktadır. Ancak bir kültür, medeniyet ve asırlara hükmedecek devlet sadece harp etmekle veya işgal hareketlerine girişmekle ortaya çıkmıyor. Osmanlı Devleti de kaba kuvveti, yani askeri müdahaleleri son çare olarak görüyordu.
Peki, onları cihan mefkûresi davalarına taşıyan ve kurdukları devleti uzun ömürlü yapan esas kaideler, amiller nelerdi? Bu muvaffakiyeti elde etmede bilinen şeylerin dışında ortaya koydukları diğer metotlar neydi?
Bu yazıda bu metotların en mühim olanların birinden bahsedeceğim. O kadar mühimdir ki, bu vesileyle birçok kale, şehir, kasaba hiç kaba kuvvet kullanmadan kolaylıkla fethedilmiştir. Buralarda bulunan halk hiçbir zorlamaya maruz kalmadan kısa sürede İslamiyeti seçerek huzura ermişlerdir. Neticelerinden kısaca bahsetmiş olduğum bu metot ise Osmanlıların gittikleri yerlerdeki halka karşı misal bir hayat sunmalarıdır.
Selçuklu Devleti zamanında da Anadolu’daki yerli halka uygulanan bu metot sayesinde Anadolu bir Türk-İslam yurdu olmuştur. Atilla ve Karadeniz’in kuzeyinden göç eden Türkler de daha önce ulaşılamayan topraklara ulaşmışlardı ancak hiç birisi Selçuklu ve Osmanlı gibi bir medeniyet ve kültür inşa edememişlerdi. Yaptıkları akınlar sadece işgal ve yağma ile kalmış, bir saman alevi gibi büyümüş, enerjisi bittiğinde ise yok olup gitmişlerdir.
Hâlbuki Selçuklu ve Osmanlı medeniyeti, halka gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifade ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulamamıştır. Avrupa ortaçağında görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar ise bırakın Osmanlıları ve Türkleri, İslâm âleminin hiçbir devrinde görülmemiştir. Aksine tam bir inanç hürriyeti sağlanmıştır. Çünkü Müslümanlar İslamiyetin, “Dinde zorlama yoktur” prensibine sadık kalıyorlar, bu minvalde hareket ederek, kimseyi zorla Müslüman yapma cihetine gitmiyorlardı.
Peki, bu kadar büyük topraklara nasıl yayıldılar? Bu konuda yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en temiz hâliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi. Bu şekilde yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip oluyorlardı. Bunun neticesinde birçoğu kendiliğinden müslüman oldular.
Bu gaye ile Yıldırım Bayezid, İstanbul’u muhasara ettikten bir müddet sonra Timur Han ile araları açılınca, muhasarayı kaldırmak için Bizans ile anlaşırken, koydurduğu muahede maddelerinden birisinin gereği olarak İstanbul’un Sirkeci kesiminde, Taraklı, Göynük beldelerinden ve Karadeniz sahillerinden 700 hanelik bir Müslüman-Türk mahallesi kurdurmuştur.
Bu tür faaliyetlerin asıl maksadı İslâm ahlâkını gayrı Müslimlere tanıtmaktır. Bu noktada şunu da izah etmek gerekir. Bu faaliyetlere kesinlikle Avrupa’nın birçok yerinde görüldüğü gibi baskı gözüyle bakılamaz. Hatta bunun adını propaganda bile koyamayız. Çünkü hiçbir propaganda ve hiçbir reklam gerçeğin yüzde yüz ifadesi değildir. Ancak Müslümanların bu misal olacak hayatları, tamamen gerçeği yansıtmaktadır ve etrafındakileri de özendirmektedir.
Osmanlıların ilk dönemlerindeki kültürel tanıtım faaliyetlerinde ve bilhassa iskân edilen nüfus içerisinde gönüllü olarak yer alan yahut da başka uç bölgelerine kendiliklerinden giderek yerleşen, tekke ve tasavvuf mensuplarının paylarını da burada unutmamak gerekir.
Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşayarak misal olmaktan geçer. Mesela eskiden Alperen denilen kimseler vardı. Bunların her biri, tasavvuf büyüklerinin sohbetlerinde, dergâhlarda yetişmiş kimselerdi ve güzel ahlâk ile bezenmişlerdi.
Halleri, sözleri ve hayatlarıyla misal olan kimselerdi. Adeta İslamiyeti yaymak için kendilerine adamışlardı. Eshâb-ı kirâm efendilerimiz gibi geri dönmemek üzere çeşitli memleketlere dağılmışlar, oralarda İslamiyeti tanıtmakla ömürlerini tamamlamışlardı.