Osmanlıların İslamiyete olan bağlılıkları, hizmetleri herkes tarafından bilinmektedir. Yapmış oldukları her icraatta bunun izlerine rastgelebilirsiniz. Hizmetleri, gayretli çalışmaları ve en mühimi gazaları bunun en büyük delilidir. Bunu görmemek için ya kör ya da düşman olmak gerekir.
Osmanlıları “Osmanlı” yapan İslamiyetti. Bu Selçuklular ve diğer Türk boyları için de geçerlidir. İslâmiyet ile şereflenmeyenler ise asimile oldular veya eriyip gittiler. Büyüyüp kıtalara hükmetmek ise sadece Osmanlı Türklerine nasip oldu. Bu Osmanlılar tarafından da şeref olarak addedildi. Eshab-ı kiramın büyüklerinden Hazreti Ömer efendimiz “Biz zelil, aşağı kimselerdik. Allahü teala bizleri Müslüman yapmakla şereflendirdi” buyuruyor.
Bazı sinsi İslam düşmanlarının iddia ettikleri gibi İslamiyet, Osmanlıların elinde hiçbir şey kaybetmedi, dondurulmadı veya başka memleketlere yayılması durdurulmadı. Osmanlılar, askerlikte olduğu gibi ilme de gereken önemi fazlasıyla vermişlerdir. İşte bunun neticesinde de Osmanlı Devleti’nin topraklarında fıkıh ilmi çok gelişti. İmparatorluğun en ücra köşesine kadar, fıkıh, ilmihal kitapları ulaştırıldı. Dinini bilmeyen kimse bırakılmadı.
İslamiyet, Osmanlıların ahlâkta da yüksek dereceye çıkmalarına sebep olmuştur. Tarihte bunun birçok misalleri vardır. Bir tanesi ise çok dikkate şayandır. Viyana’ya doğru giden Osmanlı ordusu, bir su başında mola verir. Çeşmenin etrafı abdest alan, kaplarını dolduran askerlerle dolar. Bu durumu gören yakınlardaki bir kilisenin papazı da onları denemeye karar verir. Köyden dört-beş tane genç kızı süsleyerek, ellerine birer kap verir ve çeşmeye gönderir. Kendisi de pencereden seyretmeye başlar. Kızlar çeşmeye yaklaşınca bir anda oradaki bütün askerler kenara çekilip, uzaklaşırlar. Bir tanesi bile dönüp kızlara yan gözle bakmaz. Kızlar gönül rahatlığı içinde kaplarını doldurup köylerine dönerler.
Pencereden olanları seyreden papaz, Osmanlı askerlerinin bu güzel ahlakını, faziletini ve edebini görünce, “Bu ordu ahlakını ve edebini koruduğu müddetçe hiçbir orduya yenilmez. Boş yere kanınızı dökmeyin” diyerek Osmanlı ordusunu bekleyen Haçlı kumandanlarına mesaj gönderir.
Osmanlı sultanları, kendilerini İslamiyetin birer hizmetçisi olarak görmüşlerdir. Osmanlıdan önce halifeler, hutbede kendilerine, “Sultânül-haremeyn” yani mübarek beldelerin sultanı dedirtirlerdi. Hilafetin Osmanlı Devleti’ne geçmesine vesile olan Yavuz Sultan Selim Han ise 1517 senesinde, Mısır’ı fethedip, Mekke ve Medine’yi de topraklarına katınca, alışkanlıkla kendisine de “Sultânül-haremeyn” diyen hatibi susturup, “Ben o mübarek beldelerin hâkimi değil, hâdimiyim (hizmetçiyisim) bundan daha büyük şeref de olamaz. Bana, ‘Hâdimül-haremeyn’ deyin!” diye emretmiştir.
Bir diğer misali de son devrin padişahlarından Sultan II. Abdülhamid Han’dan verelim. Bu hatırayı ise sultanın kâtibi Esad Bey nakletmiştir ve bizzat kendi başından geçmiştir.
Bir gece mühim bir evrak için padişahın imzasını alması icap eder. Gider biraz çekinerek de olsa haremin kapısını çalar. Biraz bekler ama açılmaz. Ancak mutlaka imzayı alması gerekmektedir. Bir kere daha çalar. Fakat kapı yine açılmaz. Biraz bekledikten sonra üçüncü defa kapıyı çalacakken, elindeki havlu ile yüzünü silen Sultan II. Abdülhamid Han kapıyı açar. Kâtip Esad Bey’e, “Evlat, seni beklettim, kusuruma bakma. Daha birinci çalışta kalktım ancak gece yarısı, mühim bir imza için geldiğini anladım. Abdestsiz idim. Bu milletin hiçbir kâğıdını abdestsiz imza etmedim. Bu sebeple abdest almak için geciktim. Oku da dinleyeyim” der. Esad Efendi mahcup ve şaşkın bir hâl ile kâğıdı okur ve sonrasında padişah besmele çekerek imzayı atar ve “Hayırlı olsun inşallah” der…
İşte Osmanlı sultanları İslamiyete böyle bağlı idiler. Osman Gazi’den gelen bu hürmet sebebiyle, Allahü teala da onlara hiçbir hanedana vermediği bir hükümdarlık ve hükümranlık nasip etmiştir.