Küçük bir devlet olarak kurulan Osmanlı, her din ve ırktaki milletlere gösterdiği adalet ve merhamet sebebiyle üç kıtaya hükmeden, gittiği her yere huzur getiren koca bir imparatorluk hâline geldi.
Balığın denizden çıktıktan sonra denizin kıymetini anladığı gibi, Osmanlı’nın da kıymeti yıkıldıktan sonra anlaşıldı. Çünkü onlar tarih sahnesinden çekildikten sonra dünyanın dengesi bozuldu. Asırlardır, anarşi, terör nedir bilmeden huzur içinde yaşayan Orta Doğu, Balkanlar ve Osmanlı tebaasındaki diğer beldeler kargaşa ve terör bölgeleri hâline geldi. Osmanlının zayıflamasıyla istiklal hareketlerine girişen milletler çok geçmeden yaptıkları hatanın farkına vardılar ama iş içten geçmiş oldu. Bugün bu bölgelerde akan kanın sebebi, Osmanlı’dan doğan boşluğun doldurulamamasıdır. Başka bir ifade ile Osmanlı’ya yapılan yanlışlığın bedelinin ödenmesidir. Bunu bizzat o bölgenin yaşlı insanları “Osmanlı’ya yaptığımız ihanetin bedelini ödüyoruz” diyerek itiraf etmektedir.
Bu sadece bizim dışımızdaki milletler için mi geçerli? Hayır, ülkemiz için de geçerli bir durum. Bundan on beş sene öncesine kadar, cihan siyasetinde önemli bir yer edinemediysek ve idarede söz sahibi olamadıysak; geçmişimizi, şanlı mazimizi yok farz etmemiz ve sahip çıkmamamız sebebiyledir.
Çünkü geçmişi olmayan bir milletin, geleceği de olmaz. İnsanlar gibi, milletler de, devletler de hata yapar. Geçmişi toptan silip atmak yerine, geçmişteki yanlışları tekrarlamamak ve doğruları devam ettirmek gerekir. Kültürler ve medeniyetler kolay oluşmaz. Aynı zamanda milletlerin ruhu gibidir. Ruhsuz beden ayakta kalamayacağı gibi, kendine has kültürü olmayan milletler de ayakta kalamaz.
Osmanlı’nın yıkılması ile onu bu duruma düşüren güçler de zarar gördü. Hâlen de görmekteler. Osmanlı inançta İslamiyetin ana gövdesini teşkil eden Ehl-i sünneti temsil ediyordu. Bu inanç aşırılıklardan, terörden, anarşiden uzak olduğu için Osmanlılar ve Osmanlı’nın idaresi altında bulunan diğer dinlerdeki milletler de huzur içinde yaşıyordu. Devletin yıkılması ile beraber, huzurun, sulhun sağlanmasında etkin olan temsilcisi olan Ehl-i sünnet de zayıfladı, tesirini, etkisini kaybetti. Orta Doğu’da Vehhabilik, Selefilik gibi, orta yoldan sapmış bozu dini yollar yollar teşekkül ettirildi. Osmanlı idaresindeki milletler, İslamiyetten uzaklaştırmak için eski inançlarına sevk ettirildi. Mısır’da “firavunculuk”, Suriye’de “Babillilik”, Irak’ta “Asurilik” öne çıkartıldı. Batı böyle yapmakla bu bölgelerde İslamiyetin yok olacağını, bu insanların ya Hıristiyan veya dinsiz olacağını düşündü. Ehl-i sünnet Müslüman kalmasın da ne olursa olsun düşüncesiyle hareket edildi.
Fakat Batı’nın hesabı tutmadı. İnanç boşluğuna düşen bölge halkı fanatik ve radikal düşüncelerin tesiri altında kaldı. Bunlar İslamiyette yeri olmayan fakat din adına yapılan canlı bomba gibi akıl almaz terör uygulamaları ile Batı’nın karşısına geçtiler. Kendi kurdukları ve İslamiyeti kötülemek adına sevk ettikleri bozuk dinî akımlar, bumerang gibi gelip kendilerine dönünce, Batı Osmanlıyı, dolayısıyla Ehl-i sünneti yıkmakla ne büyük hata işlediğini fark etti. Şimdi bu hatasını nasıl telafi edebileceklerinin telaşındalar. Bir yandan gerçek manada İslamiyetin tekrar şahlanarak yayılmasından, bir yandan ise İslamiyetten uzaklaşan adı sözde Müslüman olan teröristlerin cihana vereceği zararlardan korkuyorlar.
Bu sebeple bütün Batılı araştırmacılar yıllardır yaptıkları gibi hâlâ Başbakanlık Osmanlı Arşivinden çıkmıyorlar ve onların bölgeyi nasıl huzur ve barış içinde yaşattığını, bunun sırrının ne olduğunu ve en mühimi de Ehl-i sünnet olmadan bunu nasıl yapabileceklerini araştırıyorlar.
Aslında onlar da biliyorlar; huzur ve barış adresinin Ehl-i sünnet olduğunu. Ancak yukarıda da bahsettiğim gibi İslam âleminin toplanıp eski gücüne kavuşmasından korkuyorlar. Bunun için kendi kontrollerinde, haftada bir cumaya giden veya cenazesi olduğunda camiye gelen, sevk altında “Ilımlı İslam” modeli geliştirme peşinde koşuyorlar!..