Kontrolsüz bir şekilde büyüyen hadiseler bir isyana doğru sürüklenirken, kendisini olayların içinde bulan Şeyh Said ise harekete liderlik yapmaya mecbur kaldı.
Ankara’da bu isyan ile ilgili iki farklı düşünce hâkimdi. Başbakan Fethi Okyar, hadiseyi sıkıyönetim ile halletmek isterken, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal ise daha sert tedbirlerin alınmasından yanaydı.
Bu sebeple İnönü Ankara’ya çağırıldı. Mustafa Kemal o derece tedirgindi ki; onu karşılamak için gara kadar gitmeyi bile lüzumlu görmüştü. Hatta ilk görüşme hemen orada yapıldı. Sıkıyönetim çözümü Fethi Bey’i koltuğundan ederken, tarihler 3 Mart’ı gösterdiğinde İnönü tekrar iktidardaydı.
İlk icraat olarak ise Takrir-i Sükûn Kanunu çıkarıldı. İsyan bölgelerinde; hukukçu olmayanların vazife yaptığı, kararlarının temyizi bulunmayan, hukuk ve adalet gibi mefhumlardan tamamen uzak ve politik gayeler taşıyan İstiklal Mahkemeleri devreye girdi. Orduya fevkalade yetkiler verildi ve yoğun olarak doğuda konuşlandırıldı.
Ankara’da bu sert kararlar ve yankıları tartışılırken, o sıralarda halk kafile kafile ona katılmaya devam ediyordu. Öyle ki; Diyarbakır önüne gelindiğinde beş bin kişiyi geçen bir kalabalık oluşmuştu. Şeyh Said her şeye rağmen kan dökülmesini arzu etmiyordu. Çünkü derdi İslam idi ve Kürtçülük davası gütmüyordu. Bu sebeple bir kısım Diyarbakır eşrafını, halkın da desteğiyle teslim olmaya ikna etti.
Fakat beklenmedik bir şey oldu ve kapıların açılması beklenirken surlardan yoğun bir şekilde top atışı başladı. Kayıplar sebebiyle umutsuzluğa kapılan Şeyh Said, daha fazla mağduriyet yaşanmaması için geri çekildi. Sonrasında ise kayıplar peş peşe geldi. Bunda yeni hükümetin aldığı tedbirlerin, askere verilen yetkilerin ve en önemlisi de bazı aşiretlerin çeşitli vaatler ile kandırılmasının da etkisi vardı. Bu sebeple kendisine sadık bir grubun haricindekileri dağıttı ve kendisi de İran’a doğru hareket etti.
Başından beri bu harekete karşı olan fakat gidişatı lehine çevirme peşinde olduğu için şeyhin yanından ayrılmayan bacanağı Binbaşı Kasım ise bu fırsatı beklemekteydi. Grubun içinde bulunan kardeşleri ve akrabalarını da kandırarak tartışma çıkarttı ve geride kalan bir avuç kafilenin de dağılmasına sebep oldu. Şeyh Said’i yaptığı yanlış telkinlerle tuzağa düşürdü ve 15 Nisan 1925 yılında, Varta yakınlarındaki Abdurrahman Paşa Köprüsü’nde 35. Alay’a teslim etti.
Şeyh Said ve arkadaşları ‘isyan’ suçlamasıyla yargılanmak üzere Diyarbakır’a getirildiler. Mahkemenin uzamasıyla olaylar tekrar kontrolden çıkabilir endişesiyle, hiç vakit kaybetmeden idam kararı çıkartıldı ve hemen o gecenin sabahında yani 29 Haziran 1925 tarihinde infaz edildi. Cesedinden bile öyle korkuyorlardı ki; kimseye göstermeden, Dağkapı askerî mıntıka içinde meçhul bir yere gömdüler.
Takrir-i Sükûn ve İstiklal Mahkemeleri memleketi kasıp kavurdu. Kürtçülüğün ideologlarından olarak görülen ama tamamen suçsuz olan Seyyid Abdülkâdir ve oğlu da İstanbul’daki evlerinden alınarak Diyarbakır’a götürüldüler ve asıldılar. Aylarca süren idamlarda çoluk çocuk demeden 500’e yakın kişi asıldı. 11 yaşındaki bir çocuk 10 yıl hapse mahkûm oldu. Sebepsiz yere suçsuz köyler bombardıman edildi ve hadiseyle alakasız binlerce kişi katledildi.
Şeyh Said hadisesi ve sebepleri tarihçiler ve siyasetçiler arasında sürekli tartışılmıştır. Gerçek sebepler hilafetin ilgası, laiklik ve devrimlere karşı dinî hassasiyetle verilen tepkilerden ibaret olsa da, resmî kayıtlarda hadise ısrarla farklı bir yöne çekilmeye çalışılmaktadır.
Aslında o zamanki hükümetin amacı ve hükümeti destekleyen Orak-Çekiç, Vatan, Tanin, Son Saat, Son Telgraf, Tevhid-i Efkâr, Toksöz, Sebilürreşad vs. gibi yayın organlarının amacı bu hareketi Kürtçü bir hareket olarak göstererek, Çerkezlere yapıldığı gibi Kürtlerin de baskı altında ve haklarından mahrum bir şekilde yaşamaya zorlanmasıdır.
11.12.2015 – Türkiye Gazetesi