İstemeden isyancı lider pozisyonuna düşen Şeyh Said, mecburen müttefik arayışlarına başlar. Birçok Kürt aşireti tarafından da destek bulan hareketin hedefi ise Ankara’nın kaldırdığı halifeliğin ihyasıdır.
Fakat bu harekete katılan halk olayın içyüzünü idrak edip, bu bilinç üzerine hareket edecek bilgi ve birikime sahip değildi. Ekserisi okuma yazma bilmeyen, köylü, rençper, keçeci ve hamallardan oluşuyordu. Zaten bu hadisenin bazı dönemlerinde problemlerin yaşanması ve başarısız olunmasının altında yatan sebeplerden birisi de buydu.
Aşiretlerin bir kısmı bu harekete başından itibaren karşı durmuşlar, Şeyh Said’den yana olmamışlardı. Nitekim zaman zaman Şeyh Said ile karıştırılan Said Nursî, yeni idareden yana tavrını koymuştur. Kimileri ise para karşılığı elde edilerek, sonradan bu isyan hadisesinden el çektirilmiştir.
Nihayet Şeyh Said, kendisine katılanlarla birlikte 16 Şubat 1925 tarihinde harekete geçti. Bu birlikteliğin içinde ağırlık olarak Kürt beyleri ve ahalisi olduğu gibi, küçümsenmeyecek sayıda Türkler de bulunmaktaydı.
Üzerlerine gelen orduları mağlup ederek birkaç koldan ilerleyen grup, Genç, Çapakçur (Bingöl), Maden, Siverek, Varto ve nihayet Elazığ’ı düşürdü. Sonrasında Lice ve Hani kazaları da Şeyh Said güçlerine teslim oldu. Yalnız bu olay o kadar plansız ve programsız gidiyordu ki, Lice’ye gelinceye kadar hareketi sembolize eden bir flama, bayrak veya sancağa bile sahip değillerdi. Bu bile “isyan” denilen hadisenin önceden planlanmadığının, gayri iradi bir şekilde geliştiğinin bariz bir göstergesidir.
Ankara’nın İslamın dışına çıktığı kanaatinde olan Türklerin de bu harekete destek vermesiyle, bir Kürt isyanından ziyade artık olay tamamen “İslami bir kıyam” niteliğine doğru gidiyordu. Elazığ’a girerken karşılamaya gelen şehrin ileri gelenlerinden Çötelizade Halid ve Çarsancaklı Yumni ve sonradan valiliğe getirilen Beyzada Nuri Efendilerin Kürt olmaması da harekete sahip çıkanlar ile ilgili durumu ortaya koymaktadır.
Devrim karşıtı bu hareket, çok kısa bir zamanda daha da genişleyip, Hınıs, Muş, Palu, Batman, Sason, Bicar, Kulp, Maden ve Ergani bölgelerine yayıldı. Hadisenin bu kadar büyümesi Mustafa Kemal’i tedirgin etti. Çünkü ona göre silahlı aşiret alaylarına sahip Kürtler, büyük bir tehlike arz ediyordu.
Şu açıktı ki, ‘ulus devlet’ için yegâne tehlike Kürtlerdi. Çünkü daha önce Ethem Bey’in isyan bayrağını çekmesi ve sonrasında yurt dışına sürülmesiyle Çerkesler bir tehlike olmaktan çıkarılmıştı. Anadolu ise genellikle mülayim ve itaatkâr topluluklardan oluşuyordu. Geriye bir tek Kürtler kalmıştı. Onların da bertaraf edilmesi için bu olay âdeta biçilmiş bir kaftandı.
İşin diğer garip yönü ise Mustafa Kemal Paşa, Kürtleri çok iyi tanırdı. Çünkü 1916’da 16. Kolordu Komutanlığı’na atandığında gönüllü aşiret alaylarından istifade ederek Muş ve Bitlis’i Rus kuvvetlerinden geri almıştı. Geçmişte güvendiği bu güç, dağıtılmadığı takdirde genç cumhuriyet için ciddi bir tehlikeye dönüşebilirdi. Kafkas Cephesi’nde omuz omuza savaştıkları şimdi ona karşı isyanın liderliğini üstlenmişlerdi. Nuh Bey, Şeyh Şerif, Hanili Salih, Cemile Çeto, Ramanlı Emin, Mutkili Hacı Musa, Cibranlı Halil, Hasenanlı Halid ve Kolağası Kerem bunlardan sadece birkaçıydı.
Gelelim Ankara’ya… O sıralar başta, hükûmetin icraatlarından şikâyetçi olan, cumhuriyetçi fakat liberal Terakkiperver Fırka etrafına kümelenmiş bir hükümet vardı. Hatta ortalığın teskin edilmesi için başbakanlığa, partinin kurucusu olan Fethi Bey (Okyar) getirilmişti. İşte bu hükümet Şeyh Said hâdisesinin sıkıyönetim ile halledebileceğini düşünmekteydi.
Fakat bu düşüncesi ona çok pahalıya patlayacak ve onu koltuğundan edecektir.
23.11.2015 – Türkiye Gazetesi