Her şeyin başladığı yer, Ertuğrul’un Ocağı ve bir medeniyetin temel taşı Söğüt. Ertuğrul Gazi ile bilinir, onun ile anılır ancak Anadolu’nun birçok yeri gibi, Söğüt’ün de geçmişi çok eskilere dayanmaktadır. Kim bilir belki geçmişte başka medeniyetlerin doğuşuna da şahitlik etmiş olabilir.
Ertuğrul’un Ocağı: İtea, Thebasion, Sebasiyon
Söğüt’ün, ilk çağlardaki durumu hakkında kesin bir bilgi olmamakla beraber ilk bilinen ismi İtea olarak göze çarpmaktadır. Bizans döneminde ise yani İslamiyet ile tanışmadan önce Thebasion veya Sebasiyon isimleri ile anılmıştır.
Söğüt İslamiyet ile tanışıyor
796 veya 797 yıllarına dayanan bu tanışma, meşhur Emevi halifesi Harun Reşit döneminde gerçekleşmiş. İslam askerleri tarafından ele geçirilen şehirde ilk Müslüman yerleşimi bu dönemde başlamış.
Arap coğrafya ve tarih kaynaklarında Söğüt’ün adı ise Beldet’us Safsaf şeklinde geçmektedir. Farsça kaynaklarda ise Hıtta-i Bid şeklinde anılmaktadır. Gerek Safsaf, gerekse BİD kelimeleri söğüt ağacı anlamındadır.
Medeniyet köprüsü
Söğüt büyük bir medeniyetin ilk ocağı olmasının dışında, konumu itibari ile Anadolu, Avrupa ile Asya ve Orta Doğu arasında tabii bir köprü olmuştur. Söğüt kuruluş itibari ile anayol üstü kasabasıdır. Mudanya – Bursa’dan ve Gemlik İskelesi’nden gelerek Konya’ya doğru uzanan tarihi şose Söğüt’ün içinden geçmiştir.
“Hacılar Yolu” Söğüt
Özellikle İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesinden sonra Mekke’ye, Söğüt’e uğranılarak gidilmiştir. Bu sebeple bu yol ‘Hacılar Yolu’ olarak da anılmaktadır.
Osmanlı Devletine Geçişi
Söğüt’ün tarih sahnesindeki en parlak dönemi ise bilindiği gibi 13.y.y sonlarında başlar. Kayı Boyu’nun yani Ertuğrul Gazi ve aşiretinin bu küçük kasabanın sınırlarına yerleşmesiyle tarihi ve talihi değişir. Bu küçük kasabada, sınırları Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarına yayılan Osmanlı Cihan Devleti’nin ilk nüveleri oluşacaktır.
Evliya Çelebi der ki…
“Söğüt Bursa sancağı hükmünde, Lefke kazası nevahisinde hâkimli, bağlı-bahçeli, arı havası, latif bir kasabadır. 700 kadar kiremitle örtülü Türk hanelerini havi, müteaddit cami, han ve hamamlı, çarşı ve pazarlı bir yerdir.”
Kuruluşun ve Kurtuluşun beşiği Söğüt
Mondros Mütarekesi sonrasında Anadolu’nun pek çok yerinden yaşanan işgal rüzgârı, Söğüt’ü de vurmuştur. Yunan mezaliminin en ağır hissedildiği Söğüt’te, camiler, imaretler, evler ve koca Ertuğrul Gazi’nin türbesi dahi tahrip edilmiştir. Bu sebeple kurtarıldığında maalesef eskiye ait pek bir şey kalmamıştır.
İşgal hareketiyle birlikte yörede Müdafa – i Hukuk Cemiyetleri kurulmuştur. Ayrıca Gündüz Bey taburu ve Savcı Bey müfrezesi olmak üzere pek çok milli müfrezeler teşkil edilmiştir. Gündüz Bey, Tekke ve Kanlıtepe istihkâmları 1921’de Şubat ve Mart ayları boyunca Söğüt ve çevresi halkı tarafından kazılmıştır.
Türbeye bile kurşun sıkacak kadar alçaklar
Yöre toprakları 8 -11 Ocak 1921 tarihleri arası üç gün, 24 Mart – 21 Nisan 1921 tarihleri arasında 13 ay, 25 gün olmak üzere Yunan işgalinde kalmıştır. Bu işgaller sırasında Söğüt yakılmış, Ertuğrul Gazi’nin türbesi kurşunlanarak tahrip edilmiştir. Bugün türbenin kepenklerindeki delikler bu mezalimin kalıntılarıdır.
Osmanlı’nın ilk mescidi “Ertuğrul Gazi (Kuyulu) Mescidi”
Ertuğrul Gazi Mescidi diğer adıyla Kuyulu Mescit, Osmanlı’nın ilk mescidi veya ilk ibadethanesi olarak kabul edilmektedir. Ertuğrul Gazi’nin yerleştiği Rum mahallesine yapılmıştır ve yaklaşık 30 kişilik bir cemaat imkânına sahiptir.
Kuyulu Mescit ismini ise eskiden açık olan ve Abdülhamid Han tarafından kapattırılan son cemaat yerinde bulunan bir kuyudan almaktadır. Bu kuyu Ertuğrul Gazi tarafından, civarda bulunan Rum halkı kuyu sebebiyle camiye çekebilmek için yapıldığı rivayet edilmektedir.
Süleyman Şah oğlu Ertuğrul Gazi
Osmanlı Devletinin kurucusu olan Osman Gâzi’nin babası. Oğuzların Bozok koluna bağlı Kayı boyundan Süleyman Şah’ın (bir rivayete göre Gündüz Alp olduğu belirtilmiştir) oğludur. Cengiz’in İslâm memleketini talan ettiği kadın, çocuk demeden hunharca katliam yaptığı dönemlerde, babası Selçuklu topraklarında yaşamak üzere hicret etmeye karar vermiştir.
İlk olarak aşiretiyle birlikte Amu Deryâ’yı (Ceyhun) geçip, Oğuzların yoğun olduğu Ard havzasına gelip yerleşirler. Bir müddet burada konakladıktan sonra 1220’lerde Horasan’ın kuzey sınırına, oradan Karakum Gölünün güneyine, oradan da Merv yoluyla Ahlat’a ulaşırlar. Moğol ateşinin Doğu Anadolu’yu da sarması üzerine aşiretine daha uygun bir yer arayan Süleyman Şah, Rakka civarında Ca’ber Kalesi yakınında Fırat Nehrinden geçerken boğularak hayatını kaybeder.
Aşiret ikiye bölünüyor
Babalarının vefatından sonra, Kayı aşiretinde bir dönüm noktası yaşanır. Kardeşlerinden yaşça küçük olmasına rağmen, Ertuğrul Gazi babasının yerine seçilir. Ancak ağabeyleri Gündoğdu ve Sungur Tekin, çıktıkları bu yoldan emin değildirler. Yolda yaşadıkları birçok kayıp ve neticede babalarının boğulması onları farklı düşüncelere itmiştir ve kendilerince hayırsız oldukları bu yönden geri dönmeleri gerektiğini düşünürler. Ancak Ertuğrul Gazi’nin düşüncesi farklıdır.
Sungur Tekin ve Gündoğdu, kendilerine tabi olan aşiretinin büyük bir kısmını yanlarına alarak Ahlat’a geri dönerler. Ertuğrul Gazi ise, yanında kalan kardeşi Dündar Bey ile batıya doğru hareket eder. Kim bilir belki bir yerlerden manevi bir işaret almıştır ve belki daha o zamanlardan kurulacak olan büyük medeniyetin müjdesi kendisine verilmiştir.
Selçuklu ordusuna Ertuğrul Bey eli değiyor
Kardeşi ile birlikte yurt arayan Ertuğrul Gazi, Sivas yakınlarında konaklama yaptıkları sırada Selçuklu ordusu ile büyük bir Moğol birliğinin savaşına şahit olurlar. Selçukluların yenilmekte olduğunu görünce, kuvvetleriyle onların yardımına koşar ve uygulamış olduğu başarılı taktik sebebiyle Selçuklu ordusunun galip gelmesine vesile olur.
Bu durum Selçuklu Devleti’nin hükümdarı Sultan Alâeddin tarafından memnuniyetler karşılanır. Ertuğrul Gazi’ye büyük iltifatlarda bulunan Sultan, yurt aradıklarını öğrenince Ankara yakınındaki Karadağlar mıntıkasını ıktâ yani tımar olarak verir ve oraya yerleşmelerini emreder.
Söğüt artık Ertuğrul’un Ocağı olmuştur
Ertuğrul Bey, bir müddet burada konakladıktan sonra, oğlu Savcı Bey’i, Konya’ya Sultan’ın hizmetine gönderir. Baba ocağına dönen yiğit evlat, heyecanlıdır çünkü Sultan’ın müjdesini taşımaktadır. Gerek Savcı Bey’in, gerek Ertuğrul Gazi’nin Selçuklu Devleti’ne sağlamış olduğu faydalar neticesinde, Bursa ile Kütahya arasındaki Domaniç Dağları yaylak, Söğüt ile Karacaşehir kışlak olmak üzere kendilerine verilmiştir.
Bu cömert teklif üzerine Ertuğrul Gazi, aşiretiyle beraber Söğüt ve Domaniç’e yerleşir. Söğüt’ü ikiye bölen dere aynı zamanda Müslüman Mahallesi ile Rum mahallesini de ayırmaktadır. Herkes Müslümanların yanına yerleşmesini beklerken, o diğer tarafı tercih edip aşiretini Rum mahallesi tarafına yerleştirir. Kendi çadırını da oraya kurar. Kendisine niçin Rumların yanına yerleştiği sorulduğunda ise çok güzel bir cevap verecektir.
“Ben Müslümanım ve en büyük vazifem İslamiyeti yaymak. Bunun da yolu Rum Mahallesine yaşayarak olur.”
Kısa sürede dikkatleri üzerine topladı
Bölgeye yerleştikten kısa bir süre sonra civarında bulunan birçok yerde onun üstün özellikleri konuşulmaya başlanır. Herkese adil davranması, bu konuda din farkı gözetmemesi ve insanlarla iyi geçinmeye çalışması sebebiyle dikkatleri üzerine çeker. O civarlarda yurt edinmiş olan Afşar ve Çavdar aşiretlerinin etrafa verdikleri zararlara mani olur. Civar çevrelerde bulunan Hristiyan tekfurlarıyla ise iyi geçinerek, barış içinde yaşamanın yoluna bakar.
Adâleti, halka olan güzel muamelesi ve yardımları o kadar çoktu ki, Hıristiyan tebaa bile kendisini sevip saymaya başlar. Halk sever sevmesine ama bu sevgi ve günden güne gücünün artması bazılarını rahatsız eder. Bu sebeple kendisine iyilikten başka hiçbir şey yapmadığı Karacahisar tekfuru ona karşı cephe alır.
Ertuğrul Gazi yine iyi geçinmeye gayret eder ancak ona zarar vermek adına halkının refahını ve huzurunu bozmak için tacizlerin başlaması üzerine koca gazi Konya’ya giderek Sultan Alâeddin’i bu hisarın fethi konusunda teşvik eder.
Sultan ile birlikte kaleyi kuşatırlar. Fakat diğer tarafta da Moğolların işgal hareketi tüm şiddetiyle devam etmektedir. Bu hareketin Konya Ereğlisi’ne kadar gelmesi üzerine Sultan mecburen buranın savunması için geri dönmek zorunda kalır. Ancak giderken Ertuğrul Gazi’nin yanına bir miktar asker bırakmayı da ihmal etmez. Kayı yiğitleri bu askerlerle muhasaraya devam ederler ve bir müddet sonra kale düşer ve artık orası da bir İslam beldesi olur. Bu başarıya rağmen Sultanı Alâeddin Keykubat’a olan bağlılığı tamdır ve aldığı esirleri kardeşi Dündar ile birlikte Konya’ya gönderir. Esirler arasında Karacahisar’ın yenik tekfuru da vardır. Bu davranışından dolayı çok sevinen Sultan, birçok değerli hediyeler göndererek, tebriklerini iletir.
İslamiyet’e hizmetle geçen koca bir ömür
Ertuğrul Gazi Selçuklu Sultanı Alâeddin’in vefatına kadar altı sene bulunduğu yerde ve civar halklar arasında İslamiyet’in yayılması için büyük gayret gösterir. Sultanın vefatından sonra ise Selçuklu Devleti içinde cereyan eden taht ve taç kavgalarına karışmama kararı alarak, uç bölgesinde tekfurlarla mücadeleye devam eder. Nihayet 1281 yılında 92 veya 96 yaşındayken Söğüt’te vefat eder ve oraya defnedilir.
İyi bir siyaset adamı ve maneviyatı yüksek şahsiyet
Ertuğrul Gazi, çevresinde bulunan beyliklerden devletlerin durumlarını ve siyasi şartlarını gayet iyi değerlendirirdi. Komşuları ile daima iyi geçinerek aşiret ve tebaasını güçlü bir durumda huzur ve rahat içinde yaşatır fakirlere, düşkünlere daima yardımda bulunurdu. Bu özellikleri, yarım asır adâletle idare ettiği bölgede Hıristiyanlara da İslamiyet’i sevdirmesine sebep olmuştu. Manevi ilimlere de büyük önem veren Ertuğrul Bey, ilim adamlarını hiçbir zaman yanından ayırmamış, farklı beldelerde olsalar bile onları ziyaret ederdi.
Özellikle dergâhı Bilecik’te bulunan ve o civarda talebe yetiştiren Şeyh Edebali hazretlerine büyük önem verirdi. Sık sık türbesine gider, atacağı önemli adımlarda mutlaka ona danışırdı. Kendisinden sonra aşiretin başına geçecek olan ve büyük bir medeniyetin kuruculuğu yapacak olan oğlu Osman Gazi’yi de devamlı yanında götürür, manevi ilimler açısından eksiklik yaşamaması için gayret ederdi. Hatta oğluna Edebali hazretlerinin kızı Malhun Hatun’u alarak, o manevi şahsiyet ile akraba olmuştur.
Tarihimizi öğrenmek ve bilinçlenmek adına birkaç cümle
Tarihimizi televizyon dizilerinden ve filmlerden öğrenme alışkanlığımız sayesinde bir tarihi şahsiyet daha gereken itibarı görmeye başladı.
İşin aslı, tarih ilmi dizilerden ve filmlerden öğrenilmeyecek kadar ciddi, bir o kadar da derin bir konudur. Özellikle de İslamiyet’e olan bağlılıkları ile bilinen Osmanlı Devleti’ni anlatmak istiyorsanız, işin dini boyutunu da unutmamanız gerekiyor.
Tarihi sevdirmesi ve ilgiyi artırması bakımından ehven diyebiliriz ancak bir konu ile ilgili ilk veri insanın zihnine nasıl işlenirse, artık o şekilde devam eder ve bunu değiştirebilmek neredeyse mümkün değildir.
Aslında işin tehlikeli boyutu da burada devreye giriyor. Çünkü seyircilere gösterdiklerinizle, o şahsiyete beddua da ettirebilirsiniz, dua da, bu tamamen yapımcının elinde.
Bu yüzden bu tür yapımlarda çok dikkat olunması gerekiyor. Bir ‘Muhteşem Rezalet’e daha ihtiyacımız yok. Zaten Osmanlı İmparatorluğu’nu, haremde cariye kovalamaktan ve kardeş kafası kesmekten ibaret zannediyoruz.
Yıllardır beyinler yıkana, yıkana bu hale geldik. Her ne kadar senaryodur, kurgudur ve bu bir belgesel değildir dense de, anlatılan her şey doğru olarak kabul edilecek. Çünkü başta da dediğimiz gibi biz maalesef tarihimizi dizilerden ve filmlerden öğrenme meraklısıyız. Açık iki satır tarih kitabı okuyup, neyin yanlış veya doğru olduğunu anlayabilme imkânı varken, seyrederek bilgi dağarcığımızı doldurma peşindeyiz. Çünkü böyle daha kolay geliyor.
Gelin kültür ve tarih hazinemizi kendi ellerimizle lekelemeyelim ve yapmak isteyenlere de müsaade etmeyelim.
Unutmayın, tarihine ve medeniyetine sahip çıkmayan, öğrenip öğretmeyen milletler yok olmaya mahkûmdur.