I. Cihan Harbi sonrasında İngiltere, İtilaf Devletlerini Paris Konferansı adı altında, İngiliz diplomat Harold Nicolson’ın tabiriyle “sulhu değil, ebedi sulhu kuracakları” vaadiyle topladı.
Ancak hiçbir zaman gerçek maksat bu minvalde değildi. Çünkü İngilizler için sulh ancak onlara hizmet ediyorsa mukaddesti ve aksi bir durum söz konusu bile olamazdı. Bu manada -mühim misallerini bir önceki makalede aktardığım gibi- ortaklarını bile bu mücadelede devre dışı bırakabilmek için her şeyi yapıyorlardı. Ayrıca Rusya’nın Bolşevik İhtilali sebebiyle harpten çekilmesi, onlara bırakılması planlanan toprakların da yeniden paylaşılması demekti. Bu sebeple Osmanlı Devleti’nin üzerine çöreklenenler İngilizlerin bu tavrı sebebiyle sulh için itilaftan da ittifaktan da çok uzaktaydılar.
Ayrıca Büyük Britanya kendi içinde de birliği sağlayamıyordu. Ne kadar toprak ele geçirebilirsek o kadar iyi olur diyen ananevi yapı ile imparatorluğun fazla yayıldığı ve bu sebeple elde tutulacak toprakların ehemmiyetinin değerlendirilmesi gerektiğini savunan iki kesim arasında çatışma vardı.
Siyaset kanadının haricinde bakanlık nezdinde de buna benzer bir çatışma yaşanıyordu. Foreign Office (Dışişleri Bakanlığı), War Office (Savaş Bakanlığı) ve India Office (Hindistan İşleri Bakanlığı) paylaşımlar ve kararlar konusunda tamamen farklı kanaatlere sahipti.
India Office; Padişahın aynı zamanda Müslümanların halifesi sıfatına sahip olması sebebiyle, İstanbul’dan çıkartılmasının Hindistan’da huzursuzluğa sebep olacağı kanaatindeydi. Ayrıca 1857 Hint Ayaklanmasına benzer bir durumun tekrar yaşanması ihtimaline karşı Osmanlı Devleti’nin ağır bir şekilde cezalandırılmasına da karşı çıkıyordu.
Foreign Office ise Britanyalı idealist bir politikacı olan ve dört dönem Birleşik Krallık Başbakanlığı yapan William Ewart Gladstone’un idealini müdafaa ediyordu. Türk düşmanlığının en kesif bir şekilde müşahede edildiği bakanlık, Türklerin olmadığı bir Avrupa için asırlardır beklenen fırsatın ayaklarına geldiği iddiasıyla gerekenin yapılması için baskı yapıyordu. Hatta bunun için Orta Doğu Departmanının kurulmasını ve ağır cezaya karşı olan India Office’in de aradan çıkartılmasını istiyordu.
War Office ise India Office’in ortaya koyduğu hilafet endişesini farklı bir usul ile çözme niyetindeydi. Hilafeti Osmanlı Devleti’ni yıkmak için kullandıkları ve zaten kontrolleri altında bulunan Araplara vererek; hem Türklerden kurtulmak hem de Hindistan meselesinin halletmek istiyorlardı. Ayrıca o bölgede bulunan bir milyonu aşkın personelin maddi yükünün ekonomiye zarar vereceği görüşündeydi. India Office ise Arap hilafetinin tahakküm altına alınmış ve arzu edilen her şeyi yapmaya hazır bir Türk hilafetinden çok daha tehlikeli olacağı görüşüyle bu plana da karşı çıktı.
Bu kurumların ortaya koyduğu fikir ayrılığı, Birleşik Krallık’ı öyle bir noktaya getirdi ki; kendi içlerinde İstanbul’un geleceği için 1920’nin başında kurulan Cemiyet-i Akvam adına Amerikan mandası idaresi, dost Sultan’ın İstanbul’da kalması ve şehrin Büyük Yunanistan’a bırakılması gibi taban tabana zıt üç tez müdafaa ediliyordu.
O devrin şartlarına bakıldığında ortaya çıkacak olan paylaşımın gerek itilaf devletleri gerek kavmî ve dinî gruplar zaviyesinden memnuniyet doğurmayacağı çok açıktı. İngiliz hariciyesi adına çalışan Toynbee’nin ifadeleri de bunu ortaya koymaktadır.
“On iki yıl süren savaş ülkenin dâhili gelişmesini engellemişti. Türkiye’nin eyaletleri gitmiş, müttefikleri ezilmiş ve Hint Müslümanları arasındaki destekçileri dışında, İslam kampında bile dostu kalmamıştı. İstanbul muzaffer galiplerin elindeydi, Türkiye düşmanlar tarafından kuşatılmıştı. Devletler kamp ateşi etrafında toplanan kurtlar gibi kapısının eşiğinde aç gözlerle sinsice dolaşıyorlardı. Türkiye tab’an zengin, emperyalistler ise tamahkârdı.”