Babasının vefatından sonra beyliğin başına geçen ve hızlı bir şekilde fetih faaliyetlerine başlayan Osman Gazi’nin önünde önemli bir adım vardır. Tamam veya devam niteliğinde olan bu karar, artık yeni bir kimlik arayışı içinde olan Kayı aşireti için büyük önem taşımaktaydı.
Karacahisar ise tarihî bir döneme ev sahipliği yapacağından habersiz, yeni sahiplerinin becerikli ellerinde mamur olmanın keyfini sürüyordu. Osman Gazi’nin Karacahisar’ı almasının üzerinden 11 yıl geçmiştir. Yıl 1299 olmuştur. Köhne Rum beldesi artık mescitleri, mektepleri, çarşıları ve çevreden gelenlerin oluşturduğu büyük pazarıyla o bölgenin merkezi haline gelmişti.
Ancak beldenin idari anlamda da mamur olması gerekiyordu. Osman Gazi’nin silah arkadaşı, derin âlim ve aynı zamanda bacanağı olan Dursun Fakih bu eksikliğin farkındaydı ve bir gün Şeyh Edebali’ye konuyu açtı.
Verilen cevap, talebesi ve damadı da olsa beye olan bağlılığın en güzel cevabıydı âdeta:
“Oğul, bizimkisi gönül işidir. Senin dediğin ise devlet işidir. Amma dediğin de çok önemlidir. Varıp Osman Gazi Beyi’mize durumu anlatıp, çözüm bulmasını dileyelim.”
Dursun Fakih’in bu konuda düşünceleri olsa da hocasının lafı ikiletmeden beraberce Osman Gazi’nin huzuruna çıktılar. Muhabbetler edildi, şerbetler içildi ve durum izah edildi. Konunun ehemmiyeti münasip bir dille anlatıldı. Osman Gazi, konu ile ilgili Dursun Fakih’i görevlendirdi ve ne yapılması gerekiyorsa yapılmasını emir buyurdu.
Buyurdu buyurmasına ama bu söze Dursun Fakih’in itirazı vardı. Şeyhinin dediği gibi bu konu devlet işiydi ancak Sultan dururken Bey’in sözü olamazdı. Çünkü Sultan aynı zamanda Müslümanların emiriydi. Şu anda da Selçuklu Devleti’nin topraklarında olduklarına göre başka türlü olmasının ihtimali de yoktu.
Bir İslam âliminden beklenen yorum ve itiraz böyle olmalıydı işte. Osman Gazi, Dursun Fakih’in bu sözlerine sevindi ve dinine olan bağlılığından dolayı şükretti. Ancak kendisinin de iki çift lafı vardı. Çünkü artık vakit devlet olma ve altı asırlık bir imparatorluğun ilanının vaktiydi.
“Beni iyi işit bre Fakih. Doğru dersin güzel dersin. Şeyhim Edebali ile konunun çözümünü istersin. Ben de size çözümü belirtirim. Ama dersin ki bu Sultan işidir, bey işi değildir. O zaman da derim ki; bu şehri ben kendi kılıcımla aldım. Bunda sultanın ne dahli var ki ondan izin alayım? Ona sultanlık veren Allah bana da gaza ile hanlık verdi. Eğer minneti şu sancak ise ben kendim dahi sancak kaldırıp düşmanlarla uğraştım. Eğer o, ‘Ben Selçuk hanedanındanım’ derse ben de Gök Alp oğluyum derim. Eğer bu ülkeye ben onlardan önce geldim derse, Süleyman Şah dedem de ondan evvel geldi. Bu sebeple Sultan sözü benim sözümdür. Öyle ki; seni bu vilayete kadı tayin eyledim. Burada düzen de dirlik de sensin. Ben seni bilir, seni bulurum. Ayrıca önümüzdeki cuma günü de büyük camide cuma namazı için toplanıp imamete geçesin. Hutbede dahi bizim ismimizi söyleyip Cuma namazı kıldırasın…”
Bu konuşma, Kayı Aşireti’nin artık bir adım daha ileriye, beylikten farklı bir duruma ulaştığının işaretiydi.
Dursun Fakih, ilk cuma günü büyük camide hutbeye çıktı ve Allahü tealaya hamd, Resulüne salevat, âline ve Eshâbına duadan sonra; Osman Gazi’nin adını zikretti. Sonrasında ise tüm Müslümanlarla beraber cuma namazı kılındı. (1299)
Artık Ertuğrul Gazi’nin ufak aşireti, koca bir devlet ve sonrasında ise bir Cihan İmparatorluğu olma yolundaydı…