Sıcak bir yaz sabahı. Osmanlı Devleti’nin merkezi olan Dolmabahçe Sarayı’nı kaplaması gereken kuşlar, sanki etrafta olup bitenden haberleri varmış gibi sessizliklerini koruyorlar. Normalde çocukların koşuşturduğu ve şen şakrak olan bahçe ölüm sessizliğine bürünmüş. Sadece bu saray değil, bütün Osmanlı Devleti aynı durumdaydı.
Vahideddin Han, pencereden dışarıyı seyrederken, aklından bu düşünceler geçiriyordu. Ne olmuştu da bu saray bu hale gelmişti. Gözleri bahçeden boğaza doğru kayarken, gözleri bütün bunların müsebbiplerini görüyor ama birşey yapamıyordu. İttifak devletleri’nin gemileri, boğaza kadar gelmişler ve Dolmabahçe Sarayı’nın karşısına demirlemişlerdi. Yani Osmanlı Devleti, ittifak devletlerinin işgali altında inliyordu. Kendisinin herhangi bir hareket yapmasını engellemek için, gemiler bütün namlularını Dolmabahçe Sarayı’na çevirmiş, ateş için emir bekler durumdaydılar.
Bütün bunların yanında, yıllardır kardeş gibi yaşadıkları, refah ve huzurdan başka birşey vermedikleri Ermeniler ve Rumlar, bütün yaşananları unutup, fırsattan istifade eziyet üzerine eziyet yapıyorlardı. Son zamanlarda artık eziyetleri, canilik boyutuna ulaşmaya başlamıştı. Ayrıca İngilizler’in ve Fransızların yaptığı eziyet ve işgenceler de işin cabasıydı. Her gün işlenen cinayetlere yenisi ekleniyor ve kimse bunun hesabını soramıyordu.
Halk artık korkudan sokaklara çıkamaz, esnaf dükkanlarını açamaz olmuştu. Herkesin gözü sarayda, yani Vahideddin Han’da idi. Vahideddin Han ise etrafını çevirmiş düşmanların arasından, fırsat buldukça gizli gizli Anadolu’ya haber gönderiyor, oradaki müslümanları örgütlemeye çalışıyordu.
Bu düşünceler içinde pencereden bakan Vahideddin Han, bir an boğulduğunu hissetti. Koskoca sarayda, o kadar insanın içinde kendisini yalnız hissediyordu. Gözlerini kapattı ve islam büyüklerini vesile ederek Allahü Tealadan yardım istedi. Pencere kenarından makamına geçerek zili çaldı. Saray hizmetlisi içeriye girdiğinde selam verdi ve Sultan’a emrini sordu.
– Beni mi emrettiniz, Padişahım!
– Bizimle görüşmek isteyen şu Fransız elçisi, hala saraydamıdır?
– Evet, Padişahım! Misafir salonunda görüşmek için, emirlerinizi beklemektedir.
Vahideddin Han, düşünceli düşünceli hizmetliyi süzdü. Bu sefer kimbilir ne isteyecekler diye düşündükten sonra, hizmetliye elçiyi çağırmalarını söyledi.
– Kendisine söyleyiniz bekliyorum.
– Başüstüne Padişahım!
Saray hizmetlisi kapıdan çıktıktan sonra Vahideddin Han yine derin düşüncelere daldı. Bu gidaşata dur demek lazımdı, ama nasıl? Tek çare vardı düşüncesine göre; Anadolu. Eğer Anadolu’dan başlayan bir kurtuluş hareketi olmazsa, gidişat hiç de iyi gözükmüyordu. Kapının tıklamasıyla kendisine geldi.
– Girin!
– Efendim, Fransız elçisi geldiler.
– İçeri alın, söyleceği önemli mesaj neymiş öğrenelim.
Fransız elçisi, kibirli ve küçümseyici bir tavırla odaya girdi. Padişah’a alalade bir selam verdikten sonra, padişahın karşısındaki koltuğa oturdu. Vahideddin Han bir an celallendi ama kendisi tuttu. Bu yaşananlar kendisini, sinirli bir insan haline getirmişti.
– Hoşgeldiniz Mösyö. Böyle, daha yakına geliniz.
– Hoşbulduk hazret, teşekkür ederim. Ayrıca görüşme talebimizi kabul ettiğiniz için tekrar teşekkür ederim.
– Kapımıza gelen hiç kimseyi geri çevirmeyiz Mösyö. Bunca zamandır bunu öğrenmiş olmanız gerekirdi. Bu siz olmuşsunuz, kralınız olmuş veya alalade bir çoban olmuş farketmez Mösyö buyurun, diyecekleriniz deyiniz.
Elçi Vahideddin Han’ın bu sözü üzerine bir an bocaladı. Bir müddet sustuktan sonra, kendine gelerek konuşmasına devam etti.
– Padişah Hazretleri! Malumunuz üzere, Rusya’da komünistlere karşı bir mücadele başlattık. Fakat, takdir edersiniz ki bu mücadeleyi uzaktan yönetmek zordur. Bu sebeple Fransa’dan 400 subay ve general, mücadeleyi daha yakın bir yerden yönetmek için İstanbul’a geliyorlar. Bundan sonra, geçici bir süre zarfında mücadeleyi İstanbul’dan yönetecekler. Gelen heyete kuracağımız karargah için, Ortaköy’de bulunan Fer’iye Sarayı’nı hizmetimize vermenizi rica ediyoruz.
Vahideddin Han, Fransızlar’ın bu isteğini duyunca, elçinin konuşmasını sert bir şekilde kesti.
– Efendi, efendi! Oranın Veliaht ve Sultan’lar için ayrılmış bir yer olduğunu bilerek mi, bu ricada bulunuyorsunuz. Biliyorsunuz ki, halihazırda Veliaht Abdülmecid Efendi, o sarayda kalmaktadır.
Vahideddin Han’ın bir an parlaması, elçiyi korkuttuysa da kendisi çabuk toparladı ve isteklerinin o olduğunu tekrar belirtti.
– Malumumuzdur Padişah Hazretleri. Fakat orasının ekibimiz için en uygun yer olduğu düşüncesinde ısrar ediyoruz.
– Efendi, orası hem işiniz için, hem de istediğiniz sürede boşaltabilmemiz için doğru yer değildir. Eğer başka bir niyetiniz ve sebebiniz yoksa, size daha güzel bir saray olan Beylerbeyi sarayını verelim. Orada hem daha rahat edersiniz, hem de işinizi daha iyi görür.
Fransız elçisi, işi uzatmamak için tehditvari bir şekilde teklifini yeniledi.
– Teklifiniz için teşekkür ederim padişah hazretleri. Fakat bizim isteğimiz Fer’iye Sarayıdır ve bununla ilgili ricamı yeniliyorum. Şu anda yolda olan heyete, bu konudaki ricamız bildirildi ve ona göre hazırlık yapıldı. Ayrıca, şu an içinde bulunmuş olduğumuz hassas durum göz önüne alınırsa, bu ricamızı geri çevirmeyeceğinize eminim.
Vahideddin Han ısrarın faydasız ve tehlikeli olacağını düşünürek sustu. Eğer şimdi bu teklifi kabul etmezlerse, zorla alma ihtimalleri de vardı ki, bu ihtimali düşünmek bile istemezdi.
– Anlaşılmıştır efendi, anlaşılmıştır. Başka bir diyeceğiniz yoksa çıkabilirsiniz.
– Kararınızı ne zaman öğrenebiliriz efendim.
– Yaverlerimle bu teklif üzerine meşveret ettikten sonra, çıkan kararı yaverlerim size ulaştırırlar.
– Teşekkür ederiz hazret. Beklediğimiz haberin biran evvel geleceğinden hiç birimizin kuşkusu yok. Size güzel günler dilerim.
Fransız elçisi odadan çıktıntan sonra, Vahideddin Han üzüntüsünden ötürü ağlayacaktı neredeyse. Atalarının şan ve şeref ile aldıkları toprakların üzerinde, bir Fransız elçisinin isteklerine boyun eymek zorunda kalıyorlardı. Üç tane kendini bilmez paşanın, beceriksizliği, kabiliyetsizliği ve hırslarının neticesinde, koskoca asırlık çınar çürüyordu.
Vahidettin Han zili çaldı ve yerinden kalkıp pencerenin yanına gitti. Bir müddet geçtikten sonra saray hizmetlisi içeriye girdi.
– Beni mi emrettiniz Sultanım?
Vahidettin Han camdan kafasını çevirmeden cevapladı. Sesi çok üzgün ve bitkin bir vaziyetteydi.
– Evet! Derhal Saray Başkatibi ve Başmabeynci’yi çağırınız, çok acil gelsinler.
– Emredersiniz Sultanım.
Saray hizmetlesi dışarı çıktığın da Vahidettin Han, camdan dışarıyı seyretmeye devam ediyordu. Namlularını Dolmabahçe Sarayı’na çeviren gemileri seyretti bir müddet. Sonra sarayın etrafında gezinen düşman askerlerini. Sarayın ablukaya alınması gibi, bütün memlekette ablukaya alınmıştı. Kendi memleketinde, kendi sarayında ve kendi askerlerinin arasında esir durumundaydı. Kapının çalınmasıyla daldığı düşüncelerden uyandı.
– Giriniz!
Gelenler Başkatip ve Başmabeynci’ydi. İkisi de hürmetle padişahın önünde eğilip, selamlarını verdiler.
– Bizi emretmişsiniz Sultanım…
Vahidettin Han onlara bakmıyordu. Yüzündeki üzgün ifadeyi göstermek istemiyordu. Gelenler önemli birşey olduğunu anladılar. Vahidettin Han arkasına dönmeden konuşmaya başladı.
– Evet, sizi emrettim. Fransaz elçisinin ziyaretini duymuşsunuzdur herhalde.
– Duyduk Sultanım, gene ne isterler,
– Sözde Rusya’ya gidip Komünistlere karşı savaşmak için, 400 subay ve genarel İstanbul’a gelecekmiş.
Başmabeynci birden sevinçle atıldı.
– Ne kadar güzel Sultanım!
Vahidettin Han birden arkasını dönüp, şiddetli bir şekilde bağırdı.
– Güzen olan nedir efendi! Bu bahane ile karargahlarını, İstanbul’a kuracaklarmış. Amacımız buraya yerleşmek, diyemiyorlar da geçici olarak karargah istiyorlar.
Başmabeynci korka korka konuştu.
– Efendim o zaman verelim bir yer gitsinler. Bunun için bu kadar üzülmeyiniz.
– Efendi! Alalade bir yer isteseler, bu kadar üzülürmüyüz. Karargah olarak, Ortaköy’deki Fer’iye sarayını istiyorlar.
Geldiğinden beri sessizce konuşmaları dinleyen Başkatip Ali Fuat Bey, heyecanla atıldı.
– Fakat Hünkarım! Fer’iye sarayında Veliaht ve Sultanlar kalmaktadırlar. Bunları onlar da biliyorlar. Niçin böyle bir istekte bulunuyorlar anlayamadım.
– Keyifleri için isteyecekleri yok herhalde, vardır bir düşündükleri.
– Efendim, nasıl yaparız, nasıl ederiz. Bu mümkün değil.
– Biz bilmezmiyiz Ali Fuat Bey. Lakin Sadrazam’a ültimatom vermişler. Öyle de olsa, böyle de olsa alacaklar.
Başmabeynci söze girdi.
– Peki Hünkarım, siz nasıl uygun görürseniz.
Ali Fuat Bey konuşmaya devam etti.
– Ayrıca Hünkarım, o kadar hanedan halkı, bu kadar kısa sürede, nereye ve nasıl yerleştirilebilir.
Vahideddin Han, Ali Fuat Bey’in konuşmasından sonra sustu. Gözleri yine pencereden dışarılara daldı. Zamanın da tek kelimeyle Avrupa’ya diz çöktüren biraderi Abdühamid Han’ı düşündü. Şimdi ise adamlar, dedesi Fatih Sultan Mehmed Han’ın savaşla aldığı şehrin merkezine, karargah kurmak istiyorlardı.
Ali Fuat Bey’le Başmabeynci endişeli şekilde, padişahın cevabını bekliyorlardı. Sinirinden korktukları için birşey de söyliyemiyorlardı.
Vahideddin Han birden gürledi.
– Biz bilmez miyiz, Fuat Bey. Zaten biz bu düşünceyle onlara, Beylerbeyi Sarayı’nı teklif ettik.
Ali Fuat Bey heyecanla yerinden fırladı. Gözleri dolu bir şekilde, elleri titreye titreye konuştu.
– Padişahım! Beylerbeyi Sarayı, “Saltanat Makamı” olmuş, tarihi bir hatıradır. Bu iş oranın, o hatırasına hakaret olur. Oranın terkine müsade buyurulmasa, hiç değilse Kağıthana Kasrı verilse.
Ali Fuat Bey, konuşmasını bitiremeden hüngür hüngür ağlamaya başladı. Başmabeynci ise kendisini zor tutuyordu. Vahideddin Han, onların bu halini görünce üzgün olmasının verdiği sıkıntı ile biran sinirlerine hakim olamadı.
– Ali Fuat Bey, Ali Fuat Bey! Bu nasıl bir düşüncedir! Sanki biz Beylerbeyi Sarayı’nı gönlümüzün rızası ile mi vermekteyiz. Esaret altında olduğumuzu unuttunuz galiba. Dolmabahçe Sarayı’nı bile isteler, ne yapabiliriz?
Sonra Başmabeynci’ye dönüp, yorgun ve üzgün bir sesle emir verdi.
– Derhal gidip, Veliahd Abdülmecid Efendi’ye durumu bildiriniz. Ne zaman çıkabilirler sorunuz. Durumu da kedilerine izah ediniz ki, yanlış anlaşılmaya mehal vermeyelim.
– Peki padişahım, emri şahane ne şekilde tecelli ederse, ona uymak boynumuzun borcudur.
Bunları söyledikten sonra, Ali Fuat Bey’le Padişahı odada yalnız bırakarak dışarı çıktı. Abdülmecid Efendi hemen padişahın yanındaki odada bulunuyordu. Lütfi Bey odanın kapısında durun askere, padişahtan bir haber getirdiğini ve Abdülmecid Efendi’ye bildirmesi gerektiğini söyledi. Asker içeri girerek durumu bildirdi ve geri çekilerek Başmabeynci Lütfi Bey’e, Abdülmecid Efendi’nin kendisini beklediğini söyledi.
Lütfi Bey içeri girdi ve hemen Abdülmecid Efendi’ye durumu arz etti.
– Efendim, Padişahımız’dan size bir haber getirdim.
– Söyle bakalım Lütfi Bey, nedir getirdiğin haber?
Baymabeynci Lütfi Bey, bir an yutkundu. Haberi nasıl ileteceğini düşündü bir an. Anlatmaya gönlü elvermiyordu.
– Şey… Efendim…
– Lütfi Bey, söyleyiniz nedir getirdiğiniz haber?
– Özür dilerim efendim. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum.
– Söyleyiniz Lütfi Bey. Siz söylemezseniz, nasıl olsa birileri gelip söyleyecek.
– Efendim, Padişahımız Fer’iye Sarayı’nı mümkün olan en kısa zamanda boşaltmanızı rica etmekte.
– Hayırdır Lütfi Bey. Bunun hikmeti nedir.
– Efendim, Fransızlar bolşeviklere karşı olan savaşlarında, Fer’iye sarayını karargah olarak kullanacaklarmış. Sadrazam’a ültimatom vermişler. Bugün Fransız elçisi de bizzat gelerek bu isteklerini ilettiler. Padişahımız, sarayı vermediğimiz takdirde, Fransızların zorla alacağından endişe etmektedir. Bu da gerek kendilerinin, gerekse de sizlerin itibarı konusunda gayet müşkil bir hal teşkil edecektir. Bunun için Fer’iye sarayını mümkün olan en kısa sürede boşaltmanızı rica ediyorlar.
– Anlaşıldı, efendi anlaşıldı. Padişahımıza iletiniz ki en kısa sürede Fer’iye sarayını boşaltırız. Endişe etmesinler, sıkıntıya girmesinler.
Başmabeynci Lütfi Bey, bu söz üzerine izin isteyip, Abdülmecid Efendi’nin huzurundan ayrıldı. Burada bu konuşmalar olurken, Vahideddin Han’ın odasında ise hüzün havası vardı. Lütfi Bey odadan çıktıktan sonra Ali Fuat Bey, Osmanlı Halkından gelen telgrafları iletmeye başladı. Telgraflar hiç içaçıcı değildi, heryerden yardım bekleyen ve yapılan eziyetleri haber veren mesajlar geliyordu.
Ali Fuat Bey, bu mesajların içinden 3 tanesini kenara ayırdı. Bunları okuma işlemini en sona bırakmıştı. Bütün mesajlar bittikten sonra, kalan üç telgrafı eline almıştı ki, Vahideddin Han’ın gözünden bir damla yaş döküldü.
– Fuat Bey, nedir bu memleketin hali. Hiç iyi bir haber yokmudur, yüzümüzü güldürecek.
– Efendim, malesef. Size bu haberleri vermek istemezdim ama yapacak birşeyimiz yok. İçlerinden en üzücüleri ise bu son üç tanesi efendim. Zatı Şahane okumamı emir buyurursa onları da okuyayım.
– Oku efendi, oku. Üzüldük üzüleceğimiz kadar. Daha ne kaldı ki?
– Efendim birincisi Bosna-Hersek’den geliyor. Bu illerimizdeki 300.000 müslüman halkın ricalarını anlatıyor efendim. Yapılan zulumlerden bitap düştüklerini, dayanacak güçlerinin kalmadığını ve biran evvel gelinip, gasbedilen haklarının korunmasını talep ediyorlar efendim.
– Bilseler bizim burada ne durumda olduğumuzu. Biz kendi haklarımızı koruyup kollayamıyoruz ki, onların yardımına koşalım. Siz yine de ümit telkin eden mektuplar gönderin. Yakın zamanda sıkıntıların geçeceğini ve selamate erişeceğimizi, başımızda ki sıkıntıları atlattıktan sonra derhal yardımlarına geleceğimizi belirtin.
– Peki Padişahım, nasıl emir buyurursanız.
– Ne hallere düştük görüyormusun Ali Fuat Bey. Bizden yardım isteyen müslüman halka karşı ümit telkin etmekten başka yapacak birşeyimiz kalmadı.
– Efendim, kendinizi bu kadar üzmeyiniz. Bunlarda sizin herhangi bir suçunuz yoktur. Bunların müsebbibi bellidir ve cezalarını çekmektedirler. Kendinizi bu kadar üzerseniz Allah korusun sizin başınıza birşey gelirse biz ne yaparız. Ne olur kendinizi bu kadar yıpratmayınız.
Vahideddin Han, üzüntüyle Ali Fuat Bey’i süzdü.
– Bilirim Fuat Bey, bilirim. Fakat sen bilmezmisin ki, bu devletin başında ben varım. Dünyada ki bütün müslümanların halifesi benim. Osmanlı Halkının bir tanesinin kılına gelen zarar, ahirette benden sorulur. Bütün bunları düşündükçe nefesim daralıyor, boğuluyorum. Ama ne çare, elden ne gelir.
– Buyurduğunuz gibi yapabileceğiniz birşey yok padişahım. Yalnız şu anda devletinizi başında olmanız ve güçlü görünmeniz gerekmektedir. Halkınızın buna çok ihtiyacı vardır. Bu sebepden derim sultanım.
– İnşaallah bir çaresini bulacağınız Fuat Bey, bu arada siz okumanıza devam ediniz.
– Efendim, bunun içeriğide diğeri gibi. İzmir Urla müslümanlarının rumlardan çektiği sıkıntıları anlatıyor. Sizden imdat diliyorlar.
– Demek İzmir’de ağlıyor. Memleketin heryeri ağlıyor.
Vahideddin Han eliyle Fuat Bey’e susmasını işaret etti. Boğazına düğümlenen gözyaşlarını tutmakta zorlanıyordu. Elleriyle yüzünü kapadı ve sessizce dua etti. Duasını bitirdikten sonra Fuat Bey’e mesajları kendisine vermesini söyledi.
– Fuat Bey, verin sonuncu mesajı kendim okuyayım.
– Efendim, ben okusaydım. Ayrıntılarla daha da üzmeyiniz kendinizi.
Vahideddin Han, hiddetle seslendi.
– Fuat Bey, devletin topraklarına düşman girmiş kol geziyor. Her yerden yardım talepleri geliyor ve ben sağım. Ne anlamı kaldı Fuat Bey. Dedelerim gibi ordumun başına geçip sefer edemedikten sonra ne kıymeti var Fuat Bey.
Fuat Bey bu konuşma karşısında sessiz kaldı. Çünkü o da ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Vahideddin Han mesajı alıp okumaya başladı. Mesaj Burdur sancağına Van’lı müslümanlar tarafından gönderilmişti. Ermenilerin kendilerine yaptıkları büyük eziyet ve sıkıntılardan bahsediyordu. Yapılan toplu cinayetler bütün ayrıntılarıyla anlatılıyordu.
Vahideddin Han mesajı bitirdikten sonra, elleri yana düştü ve mesaj elinden yere kaydı. Artık dayanacak gücü kalmamıştı. Ne zamandır sakladığı ve kimsenin görmesini istemediği gözyaşlarını tutamıyordu.
Fuat Bey hemen yere düşen mesajı aldı ve cebine koydu. Padişahı teskin etmek istiyordu ama elinden de birşey gelmiyordu. Vahideddin Han, Fuat Bey’e döndü ve acı sözleri söyledi.
– Fuat Bey, dün siz ağlıyordunuz. Bugün sıra bize geldi.
Konuşmasını bitirdikten ellerini yüzüne kapadı ve ağlamaya başladı.