İnsan hakları problemi, Türkiye’nin 20 yıldır üzerinde durduğu, ama bir türlü çözüme kavuşturamadığı bir problemdir. Bilindiği gibi, insan hakları kavramını “İnsanların; renk, dil, din, ırk farkı gözetmeden siyâsî, iktisâdî, içtimâî haklarını korumak, garanti altına almak ve bu hakların kullanılmasını temin etmek”, daha basit bir şekilde ise “Tüm insanların doğuştan sahip olduğu haklar.” şeklinde açıklayabiliriz. Peki bu kavramın ifade ettiği şey nedir? Bu ifadenin özü, gerçekten bu şekilde mi görünüyor?
Daha başka bir çok kavramda da olduğu gibi, insan hakları kavramının da henüz tam olarak ne manaya geldiğinin anlaşılamaması. İnsan haklarını anlamak için, bölgesel siyaseti, bölgesel siyaseti anlamak için ise küresel siyaseti anlamak gerekir. Batı insan haklarından ne anlar? İnsan hakları batı için neyi ifade eder?
İnsan haklarından söz eden ve Türkiye’ye insan haklarını adeta dayatan Birleşmiş Milletler, AGİT, Avrupa Konseyi ve Uluslararası Çalışma Örgütü gibi birimler, hala Dağlık Karabağ bölgesindeki, iki ülke arasında çıkan savaşın meydana getirdiği siyasi ve insani sorunları çözmüş değiller. Sonuçta iki ülkeden iki milyona yakın insan mülteci durumunda. Diğer yandan Filistin İsrail konusu hala gündemdeki sıcaklığını korumakta ve her geçen gün hak, hürriyet ihlali de devam etmekte. Batı bütün bu olaylara bu şekilde yaklaşırken, Türkiye’ye hangi insan hakları penceresinden bakıyorlar?
Bizi çağ dışı olmakla suçlayan ve bize insan haklarını dayatan kibirli, kendini bilmez Batı bu işte. Bütün bunların dışında aslında insan haklarını başka her milletten daha fazla ihlal edenler de kendileri. Bu arada nedense insan hakları kavramını, Türkiye’de sadece üç madde ile etüd ediyorlar. “Kürtçe TV”, “Ana Dilde Eğitim” ve “Abdullah Öcalan’ın idam edilememesi.” Türkiye’de o kadar incelenmesi gereken konu varken, bunlara takılıp kalınması insafsızlık.
İnsan hakları kavramına paralel olarak bahsedilen diğer bir konu ise Avrupa Birliği. Her seferinde insan haklarını önümüze süren de Avrupa Birliği. Ama sadece görüldüğü gibi üç konuda. Sadece aday adayıyız şu anda ama Türkiye’nin, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ile arasındaki ilişkileri son zamanlarda epey hızlandı. Şu anda Türkiye bu mahkemelerde, en çok dosyası bulunan ülke olarak rekora doğru koşarak gitmekte. İnsan haklarını Türkiye’de uygulamak için Türkiye’nin buna hazır olduğunu hissetmesi gerekmektedir. Ama gördüğümüz kadarı ile malesef buna henüz hazır değiliz.
Türkiye’den ufak bir örnek vermek gerekirse, DSP Aydın Milletvekili Sema Pişkinsüt başkanlığındaki İnsan Hakları Komisyonu; dönem dönem değişik cezaevlerinde, gardiyanlardan arındırılmış ortamlarda, tutuklularla görüşme yaparak, iddia edilen eziyet ve işkencelerin doğruluğunu araştırmışlardı. Bunlar rapor halinde milletvekillerine, yetkililere ve ilgililere sunuldu. Sunuldu sunulmasına ama bunları ne gören var ne de duyan. Bu örnek Türkiye olarak ne kadar hazır olduğumuzu gözler önüne seriyor.
İşin aslı; buna ne Türk halkı hazır, ne de düşünürlerimiz… Son zamanlarda çıkan yeni kitaplara baktığımızda, insan hakları alanında yayımlanmış kitap sayısının az olduğu ve yeterli olmadığı bu sonucu gösteriyor. Tabi iş sadece kitapla da bitmiyor. Biraz da temelimizi yani anayasamızı bir elden geçirmemiz gerekmektedir. Hemen herkesin malumu olduğu gibi, anayasamız yarışta biraz geride kaldı. Anayasamızın ve Hukuk düzenimizin aşılmaz duvarlarının biraz gevşetilmesi ve gelişen teknoloji göz önüne alınarak, açılan gediklerin kapatılması gerekmektedir. Zamanında bu işi, gerek bizden gerekse de hak, hürriyet iddia eden Batı’dan daha iyi yapan atalarımızın Mecelle’sini örnek alarak, revizyondan geçmiş bir anayasa ve hukuk düzeni ile birlikte yarışta tekrar yerimizi almalıyız.
Şimdi biraz da insan haklarının en çarpıcı maddelerini inceleyelim.
İnsan Haklarının birinci bölümünün, ikinci maddesinde bir paragraf var. Şöyle diyor; “Hiç kimse, ölüm cezasına çarptırılmamalı veya idam edilmemelidir.” Burada, İnsan Hakları davası güden kibirli batıya, bir soru sorma ihtiyacını hissediyoruz. Yıllardır hatta halen de devam ettiğini duymakta olduğumuz, Batı’da, özellikle de Amerika’da, infaz edilen idamlar bu maddeye karşı değil midir?
Başka bir madde ise acı gerçekleri ortaya çıkarıyor. Onuncu maddede “Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü”nden bahsediliyor. Bu maddenin Türkiye’de uygulandığını iddia etmek, biraz mantıksızlık, biraz da vicdansızlıktan başka bir şey değildir.
İşkence konusu Türkiye’de biraz abartılsa da, sadece Türkiye için geçerli değil. Bütün kendini ispat etmiş, ileri ülkeler “işkence insan haklarına aykırıdır” diyerek işkenceye devam ediyorlar. Bu konuyla ilgili yakın zamanda gerçekleşen ve hala sıcaklığını koruyan, süper güç ABD’den bir örnek verelim.
Amerika Afganistan’daki operasyondan sonra, eline geçirdiği Afgan’lılara akla gelmeyecek ve insanlık dışı işkenceler yapıyor, üstelik haklı olduklarını savunarak. Bunları televizyonlardan seyrettikten sonra bir kere daha hayretler içinde kaldık. Buyurun buradan yakın.
Günümüzde durum böyle. Gerçi dünya da, düzen, istikrar, adelet kelimeleri artık unutulmaya yüz tuttu. Sadece menfaatler uğruna iş görülüyor. Bugünü bırakıp biraz da geriye dönelim. Bildiğiniz gibi insan hakları ile ilgili ilk adım Fransız İhtilali’nden sonra atılmıştı. Ama baktığımız zaman Peygamberimiz Veda Hutbesinde, Fransız İhtilâlinden 12, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden 14 asır önce, insanların hak ve hürriyetlerini garanti altına almıştı. Ayrıca daha sonraki devirlere baktığımız zaman, yani Selçuklu ve Osmanlı dönemleri ki, bu dönemler, İslamiyet’le beraber Türk’lerin zirveye yükseldiği dönemler. Ufak bir araştırma yaptığımız zaman görürüz ki, ne insan hakları ne de insanı korunması yönünde hiç bir problem yaşanmamış.
Bunun sebebini de kolay ve kısa bir cümleyle açıklamak mümkündür. Çünkü o devirde böyle bir oluşuma gerek yoktu. Zaten olması gereken bütün kurallar gerek Ahmet Cevdet Paşa’nın hazırladığı Mecelle’de, gerekse daha önce hazırlanan, kanunlarda yerini alıyordu. Bu konuyla ilgili güzel bir örnek verirsek konunun daha da iyi anlaşılacağına eminim. Bu örnek binlerce örnekten sadece bir tanesi.
Yavuz Sultan Selim Han zamanında geçen bir olay. Hepinizin de bildiği gibi Selim Han, haksızlıklar karşısında çok celalli ve sert bir hükümdardı. Bir gün sarayda eşrafıyla otururken içeriye giren yeniçeriden, Avrupa’daki bir Hristiyan topluluğunun, bir grup müslümanı toplayıp başlarını kestirdiğini öğrendi. Bunun üzerine celallenip hemen İstanbul’da bulunan hristiyanların toplanıp, başlarının vurulmasını emretti. Fakat şeyhülislam Zembilli Ali Cemali Efendi, Selim Han’ı durdurarak bunu yapamayacağını söyledi. Sebebini soran Selim Han’ın aldığı cevap kanını dondurur. “Oradaki Hristiyan’ların günahını buradakilere çektiremezsin, vebali vardır ve bu ıstırabı ömrün boyunca çekersin!”
Bütün bunlardan sonra insan hakları kavramının Batı’lı olduğu gerçeğini kabul etmemek mümkün değildir. Çünkü zaten Türk’lerin ve İslamiyet’in geçmişinde böyle bir kavram yoktu, dediğim gibi zaten gerek de yoktu. Artık karar verme sırası bizde, halkta. Biz asırlardır bu konuda, adeta profesörlüğe yükselmiş olan ecdadımızı mı, yoksa sadece son iki asırdır hak, hukuk iddiası yürüten Batı kaynaklı zihniyetleri mi kendimize ışık olarak kabul edeceğiz.
İnsanoğlu olarak biz bir hak, hürriyet istiyorsak, sadece belirli ülkeleri ve belirli kurumları hedef almasını değil, bütün insanlığı kapsamasını istiyoruz. Bizim istediğimiz hürriyet, herkese sağlanabilen, ayrım yapmayan bir hürriyettir.