I. Cihan Harbi dünya tarihinin gördüğü ilk büyük harp olma hususiyetine sahiptir. Kayıplar, yaşananlar ve her anlamda yitirilenler insanlığımızı, kültürlerimizi, zihinlerimizi ve her şeyimizi erozyona uğrattı. Dünya tarihi açısından mühim olmasının bir sebebi de 600 sene boyunca tek bir hanedan tarafından idare edilen Osmanlı Devleti’nin, İngilizlerin tabiriyle defterinin dürülmesi ve tasfiye edilmesiydi.
Sanayi inkılâbını gerçekleştirmiş Avrupa kıtası demir fabrikalarla donatılırken, enerjiye karşı çok büyük bir açlık hissi de buna paralel olarak artıyordu. Çünkü sınırlı sayıdaki kömür rezervleri haricinde, yeraltı kaynakları bakımından kısır bir coğrafyaya sahip olması da Avrupa’nın bu açlığını körüklüyordu. Buna karşılık Osmanlı Devleti’nin cenup toprakları en kıymetli enerji olan petrol ile kaynıyordu. Ayrıca İngiltere’nin sömürgesi hâlinde olan Hindistan’ın ve diğer İslam memleketlerinin halifeye yani Osmanlı Devleti padişahına bağlı olması da İngilizler için büyük bir meseleydi. Çünkü İngilizler buranın gerek yeraltı, gerek yerüstü kaynaklarını kesif bir şekilde kullanıyordu. Bütün bunlar sadece bu devlet ile sınırlı değildi. Fransa, Amerika, Almanya ve Rusya gibi büyük devletler de cihanda istismar edecek toprak arayışındaydı ve göz diktikleri birçok yer İslamiyetin nuru ile şereflenmiş devletlerdi.
İşte bu sebeplerle İngilizler, yaklaşık iki asırdır üzerinde çalıştıkları planı devreye soktular. I. Cihan Harbi de tamamen bu amaç için ortaya koyulmuş bir harpti. Hedefinde ise tek bir şey vardı o da İslam âlemini âdeta bir tespihin taneleri gibi bir arada tutan imamenin, yani hilafetin ve Osmanlı saltanatının ortadan kaldırılması, “Hasta Adam”ın mirasının paylaşılmasıydı. Yoksa Sırpların öldürdüğü Avusturya-Macaristan veliahdı, iki Alman gemisinin Rusların kıyılarını bombalaması teferruat ve bahaneden ibaretti.
I. Cihan Harbi sebebiyle sadece Osmanlı Devleti’nde 2,6 milyon kişi silahaltına alındı. Bunların yaklaşık 325 bini hayatını kaybederken, 400 bini ise yaralandı. Esir edilenler, firariler ve kayıplar ise yaklaşık 1,5 milyon kişiye ulaştı. Tahmini rakamlara göre toplam zayiat ise 2,2 milyon kişi oldu. Esir edilen 202 bin askerin ekserisi 75 bin kişiyle Mustafa Kemal’in kumanda ettiği Filistin cephesinde ve 55 bin kişiyle Enver Paşa’nın kumanda ettiği Şark cephesinde verildi. Dünya umumunda ise harbin maliyeti çok ağır oldu. Ülkeler ve şehirler harap olurken, seferber edilen 42 milyon kişinin 8 milyonu çeşitli sebeplerle kaybedildi. Nihayet 1918 senesinde Osmanlı Devleti ile yapılan Mondros Mütarekesi ile Türkler adına harp sona erdi. Şimdi artık vakit muahedeler çerçevesinde mağlupların topraklarını paylaşma vaktiydi. Ortaya konulan hukuksuzluklar, Milletler Cemiyeti kisvesi altında birer birer resmiyete dökülürken, mağlup devletlere söz hakkı bile tanınmadı. Müstemleke ise bahanelerle manda idaresi olarak kılık değiştirdi.
İşte Osmanlı Devleti tüm bu şartlar dâhilinde Sevr Muahedesine de kapı açan Paris Sulh Konferansı’nda masaya oturmaya hazırlanıyordu. I. Cihan Harbi’nin son anlaşması olan bu muahede, Paris Sulh Konferanslarının yaklaşık üçüncü ayında 10 Ağustos günü sadece heyet tarafından imzalandı ve Ferit Paşa’nın tahayyül edemediği hazin tablo gözler önüne serilmiş oldu.
Lozan’ı anlamanın yolu Sevr’den geçer
Sevr ve Lozan Muahedeleri, yakın tarihimizin en muğlak noktası olan ve her devrin menfaatleri çerçevesinde çarpıtılan ehemmiyetli hadiselerdir. Bu minvalde kılıktan kılığa sokulmuş, tanınmaz hâle getirilmiştir. Gündeme getirildiği her devirde Sevr ile ilgili yapılan büyük hata ise bu muahedeye şiddetle karşı çıkmasına ve imzalamamasına rağmen, Sultan Mehmed Vahideddin Han’ın bu muahededen sorumlu tutularak onu hain gösterme çabasıdır. Hadise bilerek çarpıtılarak gerçekler saklanmaktadır.
Sevr Muahedesi o kadar mühimdir ki; I. Cihan Harbi’ni, Millî Mücadeleyi ve Lozan’ı anlamanın yolu Sevr’i anlamaktan geçmektedir. Sevr Osmanlı’nın tasfiye projesi, Lozan ise bu projenin resmiyete döküldüğü ve hukuki bir zemine dayandırıldığı muahededir. Aynı zamanda Sevr, üç sene sonra önümüze sürülecek Lozan’ı kabul etmemiz için, ölümün gösterilip sıtmaya razı edilmesi projesidir. Sevr’in tarafları, ortaya çıkan bu hâlin gerçekçi olmadığının ve herkesin gizli bir ajandasının mevcut olduğunun da farkındalardı. Herkes üzerine düşen vazifeyi layıkıyla yerine getirme çabasındaydı.
Sevr’in ehemmiyetini daha iyi anlamak için biraz daha detay vermek gerekiyor. Aslında işin en temelinde garbın gün be gün ortaya çıkan enerji açlığı ve buna mani olarak gördükleri Osmanlı Devleti ve onun nezdinde de hilafet makamı vardı. Çünkü yazının başında da bahsettiğim gibi demir fabrikalarla donatılan garbın vazgeçilmezi olan enerji kaynağı Türklerdeydi. Devletin cenup toprakları, en kıymetli ve verimli bir enerji olan petrol ile kaynıyordu. İşte farklı şekillere bürünen projelerin tatbik edilme gayretinin sebebi de buydu. Cihan harbi ile ayakta duramayacak hâle getirilen devlet, sonrasında sulh muahedeleri adı altında haraç mezat paylaşılma yarışına sahne oldu. Kuvvetli aktör İngilizlerin bir diğer hedefi de hilafet makamı idi. Çünkü imamenin ortadan kaldırılmasıyla, Türklerin cihan hâkimiyeti iddiasını besleyen damarlar kesilip atılmış olacaktı. Neticede Müslümanlar, ipi kopan tespihin taneleri gibi bir daha bir araya gelemeyecek şekilde dağıldı…
Burada diğer bir noktayı da belirtmek gerekir. Cihan Harbi’nin gizli anlaşmalarında, Mondros’ta ve Sevr’de hiçbir zaman Türkleri ve Müslümanları tamamen ortadan kaldırmak gibi bir proje olmadı. İşgal edilen Orta Doğu topraklarında, kendi menfaatlerini güden devletçiklerin kurulması yeterli olacaktı. Bu çerçevede proje, üç kıtaya hükmetmiş koca devletin, şartlı hürriyet ile kimliğinin ve adının değiştirilerek küçük bir toprak parçasına sıkıştırılması hâlini aldı. Tekrar eski günlerine dönememesini garanti altına almak için de çeşitli argümanlarla dâhili problemlerden başını kaldırmasına müsaade edilmedi ve cihan hâkimiyeti mefkûresinden uzaklaştırıldı.
Bu projenin esas mimarlarından olan liberal İngiliz Başbakanı Lloyd George, muahede şartlarını gerekirse Yunanlıların askerî gücünü kullanarak yerine getirmeyi planlasa da İngiltere’nin muhafazakârları farklı kanaatteydi. Onlar, Türklerle anlaşma yoluna gitmek istiyorlardı. Çünkü sıcak denizlere inme ve Orta Doğu’da söz sahibi olma emelleri olan Ruslara karşı Türklerin tampon olarak kullanılması düşünülüyordu. İşte hadisenin bu mühim noktaları, Türklerin hiçbir zaman tamamen ortadan kaldırılmasının düşünülmediğini de net olarak ortaya koymaktadır.
Neticede Sevr; Lozan’ın mukaddimesidir. Lozan’ı kabul ettirebilme ve Türkleri uzunca bir müddet tarihin tozlu sayfalarına gömme gayesini taşımaktadır. Parçalanmakta olan Osmanlı Devleti’nin ulus devletler hâline getirilmesinin ve “güçlünün sözü geçer” prensibinin, zamanın politik aktörleri tarafından dikte ettirilmesinin açık bir tezahürüdür.
Türklere nakşettirilen Sevr efsanesi
“Sevr’i yırtıp attık, Anadolu’yu düşmanlardan temizledik. Yumruğumuzu vurarak Lozan’ı imzalattık, devletimizi tescil ettirdik. Bu sebeple Sevr hezimettir, Lozan ise mukayese kabul etmeyen zaferdir.” Bu sözler uzun senelerdir bizlere talim edilen ve bunun da ötesine geçip âdeta ezberlemek zorunda bırakılan bilgiler. Hatta tam manasıyla ifadeler şu şekildedir: “Ankara hükûmeti, Sevr’i asla kabul etmeyip yırtıp atmış ve Padişaha rağmen yedi düveli yurttan kovarak, Lozan’da şerefli barış muahedesi imzalayarak hürriyetini ilan etmiştir.”
Gerçi artık birçok kesim tarafından bu ifadeler resmî kaynaklarla karşılaştırıldığında trajikomik olarak kabul edilse de yakın bir zamana kadar bunun tartışılması bile mevzubahis değildi. Çünkü bu, yeni kurulan rejiminin kabul görmesi için ortaya konulan Kemalist sistemin manifestosuydu. Aksi bir durum söz konusu olduğunda ise rejimin inkâra uğrayacağı ve yıkılacağı düşünülüyordu. Bunun için kraldan çok kralcı gözüken rejim muhafızları için Cumhuriyet’i yüceltebilmenin yolu, Sevr bahanesiyle padişahı ve Osmanlı Devleti’ni tarihe geri çıkmamacasına gömmekten geçiyordu.
Bu sadece Türkiye için geçerli değildi elbette. O devirde birçok ülkede bu tarz harekete rastlamak mümkün. Ayrıca tarih boyunca da bu şekilde böyle olmuştur. Çünkü yeni rejim, kendisini sağlama almak adına eski rejimi olabildiğince kötülemek ve gömmek zorundadır. Burada da buna benzer bir durum yaşanmıştır.Ne öğretiyorlardı bize; “İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan’ı, Yunan’ı toplanmış, topraklarımız bölünüp parçalanmak, Türk’ün haysiyetini beş paralık etmek için onun vücudunda ‘vivisection’, yani diri diri ameliyat yapmak için el ele vermişti. Sevr’i hain ve işbirlikçi İstanbul hükûmeti ve padişahına imzalatmışlardı. Dolayısıyla Damad Ferid kadar Sultan Vahideddin de haindir, satılmıştır, işbirlikçidir. Bundan sebep Sevr yırtılıp atıldı ve yedi düvel ile harb edilerek düşman kovuldu…” Bu arada Mondros’tan Lozan’a uzanan süreci anlatan ve çocuklara ezberletilen “Atatürk yoktu, düşmanlar çoktu/Atatürk geldi, düşmanı yendi” şiirini de unutmamak gerekiyor elbette…
Önümüze sunulan ve dayatılan, doksan küsur yıldır zihnimize kazınmak istenen bu fikirler maalesef yakın tarihimiz ile ilgili bilgilerimizi tamamen altüst etti. Tabii olarak bu dengeye bağlı komşu ve kardeş devletlerin tarihleri de farklı boyutlarla önümüze sunuldu. Mesela münasebetlerin müspet olması arzu edilen devletlerin sadece (kendilerince) güzel tarafları anlatılırken, dost görülebileceklerin de tamamen (kendilerince) menfi ciheti önümüze sürüldü. Yani kısacası kendi tarihimizi yanlış öğrettiğimiz yetmedi, bir de diğer devletlerin tarihlerini yeniden dizayn etmeye kalktık.
İşte Sevr efsanenin Türk milletine zorla nakşettirilmesinin böyle tuhaf bir hikâyesi vardır.