Sultan II. Abdülhamid Han, devrin ihtiyacına binaen Hilafet Makamını ön plana çıkartan bir siyaset gütmekteydi ve bu uğurda kesif bir çaba harcamaktaydı.
Bunun mühim sebebi ise İslamiyetin zuhur etmesinden bu zamana kadar gerçekleşen en büyük haçlı seferine karşı, Müslümanları muhafaza etmek istemesiydi. Bir diğer sebep ise saltanatın ve hilafetin idame ettirilmesiydi.
Padişahın ortaya koyduğu bu siyasetin semeresi XX. asır başlarında kendisini gösterdi. Özellikle İngilizlerin müstemlekesi altında bulunan Müslümanlar, İstanbul’daki halifeyi bir ümit olarak görmeye başladı. Bunun neticesinde “halifeyi düşman esaretinden kurtarmak, Müslümanlara farzdır” şeri hukuk kaidesi mucibince, Anadolu’nun işgali münasebetiyle ciddi manada maddi ve manevi yardımlarda bulundular. Hatta bazı ülkeler ellerindeki her şeyi bu uğurda harcadılar. 1922 senesinde saltanatın kaldırılması, devletin hâkimiyetinin tek elden yani Ankara tarafından kullanılması içindi. Hilafetin hemen kaldırılmamasının sebebi ise, Mustafa Kemal’in hilafetin İslam dünyasındaki itibarının farkında olmasından kaynaklanıyordu. Bu sebeple muhafaza edilmesi taraftarı olmuştu.
Sultan II. Abdülhamid Han’ın padişahlığı zamanında elde ettiği bu güç, onun için de yeni kurulması planlanan devletin yani Türkiye’nin elini güçlendirecek bir kozdu. Türk olmayan Müslümanları da merkeze bağlayıp, tek elden idare etme imkânını sağlayacak büyük bir fırsattı. Yunan Harbi esnasında Ankara’ya para aktaran (İş Bankası bile bu paralarla kurulmuştu) Müslümanlar da bunun en mühim belirtisidir. İşte Mustafa Kemal bütün bunları göz önüne aldığında hem siyasi, hem de manevi gücü açısından önce kendisi halife olmayı düşündü. (1924 senesine kadar olan dindar imajının sebebinin de bu olduğu o devirde yapılan yayınlarla ayan beyan ortaya koyulmaktadır.) Çünkü Müslümanlar Mustafa Kemal’i emperyalist düşmanlara karşı büyük bir zafer kazanmış kahraman olarak görüyorlardı ve bütün gazetelerde de bu minvalde haberler yapılıyordu. Bu sebeple kayıtsız şartsız biate de hazırdılar. Ancak hilafetin Osmanlı Hanedanına mündemiç (içinde saklı) bir hak olduğu inancı, bunun tatbikini mümkün kılmadı. Bunun üzerine hanedandan Abdürrahim Efendi gibi uyumlu bir şehzadeyi halife yapmak istedi.
Fakat İngilizlerin hilafet üzerinde çok farklı bir emelleri vardı. Başından beri bütün planlarının temelinde hilafetin tasfiye edilmesi yatıyordu. Bunun neticesinde Müslümanlar başsız bırakılacak ve yeni kurulacak Türk devleti de Osmanlı’dan kalan dinî ve millî fikirlerinden tamamen uzak tutularak, geçmişini reddetmesi sağlanacaktı. Bunu da kendi kanunlarını bu devlete dikte ettirerek yapacaktı. Yeni nizam tamamen bu sistem üzerine kurulacaktı. Sürekli kurallar ile ilgili dayatmalar yapılacak, bunun için her türlü imkân kullanılacaktı. Cihet hep Garp olacaktı fakat asla Garplı bir devlet olarak da kabul görmeyecekti. Bizdensin ama henüz hazır değilsin mesajı verilerek oyalama taktiği güdülecekti.
Arzu edilen istikametin yerine getirilememesi durumunda ise müeyyideler devreye girecek, ülke ekonomik manada müdahalelerle parasal çöküntülere sokulacaktı. Toplumsal olarak konjonktüre uygun hadiseler düzenlenecek; mesela laiklik elden gidiyor çığlığı, sağ sol çatışması, Alevi, Sünni ve Kürt kavgası, irtica geliyor korkusu, ismi yeni ama yapı itibariyle aynı olan Ergenekon, balyoz, gezi ayaklanması, yolsuzluk iddiaları ve FETÖ gibi argümanlar kullanılacaktı. Gerekirse asker ön plana çıkartılarak ihtilal bile yapılacaktı.
Yani hedef tamamen saltanat ve hilafetti. Sevr’in de, Lozan’ın da ana gayesi tamamen bundan ibaretti. Devletin “Wilson Prensipleri” çerçevesinde ulus devletlere parçalanmasıyla koca bir ümmet ve millet başsız bırakıldı.
En mühimi ise onlara göre Garb’ın ‘Tarihî Şark Meselesi’ de böylece çözülmüş olacaktı.
- Tags: britinya, halife, hilafet, ingilizler, şark meselesi