Hristiyanlık harici herhangi bir dine karşı anlayış göstermeyen, (günümüzde de aksini iddia etseler de bu anlayış mantığına yakın bir hareket sergilemekten geri durmuyorlar) daha doğrusu kabul etmeyen bir mahkemeden bahsediyoruz. 1478 yılında işkence veya sürgünden kurtulmak için Hristiyanlığı kabul eden Yahudiler ile ilgilenmek üzere İspanya’da kurulan Engizisyon Mahkemeleri, kısa sürede büyük güç kazandı.
Böyle bir güce hızlı bir şekilde ulaşmasının arkasındaki en önemli sebep, hemen akabinde ortaya çıkan Luthercilik tehdidiydi. Birçok Avrupa devleti gibi, İspanyolların da ülkede Hristiyan inancını koruma adına neredeyse yapmayacakları bir şey yoktu. Bu anlamda sarf edilen çabalar da, bu acımasız mahkemenin yerini sağlamlaştırarak, 18. yüzyıla kadar sürmesine sebep oldu.
İspanya’da kurulan bu mahkemenin eriştiği güce, Orta Çağ döneminde Avrupa’da kurulan ve sapkınlığı yok etmeyi amaçlayan, Papalığa bağlı Engizisyon bile ulaşamadı. Mahkemeler her zaman dinin dili olma özelliğini sonuna kadar taşıdı. Ancak İspanya’daki ton çok daha sert ve totaliterdi. Protestan, Yahudi veya Müslüman olarak suçlanma korkusu, şüphenin ve düşmanlığın ağır korkusu ülkenin tamamına yayılmış durumdaydı.
Cumartesi günleri Yahudilere mahsus şekilde temiz ve yeni kıyafetler giyinip, Yahudi bayram günlerinden masalarına temiz örtüler, yataklarına temiz çarşaflar seren, cuma akşamından itibaren ışıklarını söndüren, yiyecekleri eti suda iyice temizleyip kanını akıtan ya da yedikleri sığır veya kuşun boğazını keserek öldüren, bu esnada bazı sözler söyleyerek kanı toprakla örten, Kutsal Baş Kilisesi tarafından et yenilmesi yasaklanan, Paskalya Perhizinde veya başka kutsal günlerde et yiyen veya ölüm döşeğinden duvara doğru dönen ve öldüğünde kişiyi yıkayıp vücudundaki bütün kıllarını kesen kişiler Engizisyon mahkemelerinin aranılan müşterileriydi.
Bu ve benzeri durumlar ayrıca ihbarcılık mesleğini de zirveye taşıdı. Bu ortamda bulunan gözlemci, kendince kâfirler arasında bulunduğunu anlar ve onları hemen mahkemenin adamlarına ihbar ederdi. Kadın, küçük, büyük, asil veya tanıdık ayrımı yoktu ve hiçbir şekilde istisna da gösterilmiyordu. Bir komşunun hafta sonu çarşaf değiştirmesi, ihbar edilebilmesi için yeterliydi. Bu durumlar halkın bir kısmı tarafından samimi düşünceler ile yapılsa da, diğer insaflı kısmı da korkudan aynı şekilde davranmaktan geri durmuyorlardı.
Nihayetinde şikâyetler öyle bir noktaya ulaşmıştı ki; 1530’da Kanarya adalarındaki Alonça Der Vargas, sırf Kutsal bakire Meryem’in adını duyduğunda gülümsediği için şikâyet edilmişti. 1635’te 80 yaşının üstündeki Pedro Ginesta sırf bir oruç gününde unutup yanlışlıkla domuz eti ve soğan yediği için Barselona’da mahkeme karşısına çıkarılmıştı. Engizisyon kayıtlarında birbirini şikâyet eden düzinelerce komşu, arkadaş, hatta aynı ailenin fertleri bile vardı.
Bir suçlunun veya İspanya tarafından suçlu görülmesi istenen kişinin mahkeme süreci olabildiğince gizli sürdürülüyor ama neticesinde en ağır ve tesirli ceza verilmekten de kaçınılmıyordu. Dış dünyaya ne kadar kapalı olsalar da kendi içlerinde neredeyse kusursuz bir kayıt sistemi işliyordu. En önemsiz davalar için bile kayıt tutulmaktan kaçınılmıyordu.
Tutuklama yapılmasından sonra deliller ve suç öncelikle ilahiyatçılara sunulur ve suçlamaların kilise alanına girip girmediğine, sapkınlık ihtiva edip etmediğine bakılırdı. Eğer sapkınlık için yeterince delil olduğuna karar verilirse savcı, suçlunun tutuklanması için bir karar çıkarır ve kişiyi gözaltına alırdı. Ama birçok durumda ilahiyatçıların incelemesinden hemen önce tutuklama gerçekleştirildi ve bu şekilde yanlış tutuklama konusundaki tedbirler aradan çıkarılmış olurdu. Böylece mahkûmlar kendilerine suçlama dahi yönetilmeden soruşturma hapishanelerine girerlerdi.
Engizisyonun asıl görevi, suçluyu itiraf ettirmek ve pişmanlığını dile getirdiğini duymaktı. Eğer inceleme sırasında deliller yanlış çıkar ve masumiyeti ispatlanırsa serbest bırakılırdı. (Böyle bir hadise bir elin parmaklarını geçmemektedir) Tuhaf olan şey ise insanların suçunun ne olduğu konusunda hiçbir fikirlerinin olmamasıydı. Mahkûmlar yıllarca suçlarını tam olarak bilmeden hapis yatarlardı.
Engizisyon gibi mahkemelerin Avrupa’yı kasıp kavurduğu ve âdeta üstlerine kara bulut gibi çöktüğü dönemlerde, İslamiyetin emrettiği kurallar çerçevesinde yaşan Müslümanlar ise âdeta güllük, gülistanlık bir hayat yaşıyorlardı. Niye? Çünkü İslamiyet, Avrupa’nın daha yeni yeni tüm kuralların merkezine koyduğu insan faktörünü, başından beri en önde tutmuştur.
Bırakın suçlunun kötü şartlarda sorgulanıp mahkeme edilmesini, suçluluğunun bile doğru dürüst ispatlanamadığı dönemlerden geçen bir Avrupa.
Yazımızı sonlandırmadan önce, Franz Kafka’nın Dava kitabından bu konuya çok uyan bir alıntı yapmakta fayda var.
“Ama ben suçlu değilim. Bu bir yanlış anlama ve eğer durum böyleyse kim suçlu bulunabilir ki? Burada hepimiz insanız, birbirimizden farkımız yok.” dedi.
“Doğru” dedi Rahip, “Ama bu, bütün suçlu adamların konuşma biçimidir.”
08.09.2015 – Türkiye Gazetesi