Kızgın kerpetenler, çivili sandalyeler, büyük huniler, parmakları sıkıştıran mengeneler, ölüm askıları ve auto-da-fé (act of the faith yani yakılma cezası). Tüm bunlar bir dönem, İspanya’nın, Katolik Kilisesi’nin ve Engizisyon mahkemelerinin utanç dolu sayfalarını dolduran vazgeçilmez yardımcılarıydı.
Bir kimse, doğru ve yanlış yere bir kere mahkeme tarafından suçlanıp tutuklandıysa artık geri dönüşü olmayan bir yola girilmiş oluyordu. Öyle bir yol ki; bazen şüpheliler, neyle suçlandıklarını bile bilmeden iki yıla yakın hapis yattıkları oluyordu.
İş sadece şüphelinin tutuklanmasıyla bitmiyor, geride kalan ailesinin de olabildiğince eziyet çekmesi için elden gelen her şey yapılıyordu. Mahkûmun eşyaları açık arttırmayla satılır ve geliri de mahkemeye kalırdı. Yakınları ise bu satış sonrasında çok müşkül bir durumda kalır, bir anda kazanç kaynaklarından, hatta evlerinden bile mahrum kalırlardı. Ayrıca ortaya bir de ceza durumu çıkarsa, geride kalan aile genelde göç etmek zorunda kalırdı çünkü kilisenin ve engizisyonun korkusuyla kimse yüzlerine bakamazdı. Yani hem maddi hem de manevi açıdan zarara uğratırlardı.
Yakalanan kişinin mahkemeye çıkması aslında büyük bir şans olarak görülüyordu. Çünkü genellikle duruşma gününü beklemek için Engizisyon mahkemesine ait hapishaneye götürüldü. Çeşitli hapishane kademelerinin en kötüsü gizli hapishaneydi ki, dini sapkınlıkla suçlananların uzun süre tutulduğu yerdi burası. Buraya giren mahkûmlar ile ilgili bilgi alabilmek mümkün olmuyordu. Öyle ki, kimsenin haberi olmaksızın jüri odasına götürülüyor, cezasına karar veriliyor ve hemen akabinde infaz ediliyordu.
Genelde zincirli ve ışıksız, ısıtmasız odalarda dünyadan bihaber şekilde tutulurlardı. Bu durum tabii ki kaderine rıza gösteren ve sakin duran mahkûmlar için geçerliydi. Biraz sesi soluğu çıkan ve ayak diretenlere ise mordaza yani tıkaç cezası uygulanması kaçınılmazdı. Bu onların konuşmasını veya küfretmesini engellemek için kullanılırdı. Diğer bir uygulama ise pie di amigo, yani kafayı zorla yukarıda tutan çatal.
Daha önceki yazıda da belirttiğim gibi aslında İspanyol Engizisyonu diğerlerine nazaran daha insaflıydı. Veya öyle olmak zorundaydı da diyebiliriz çünkü kilise, istenerek itirafta bulunulmadığı düşüncesiyle, işkence altındaki söylenenleri geçerli saymıyordu. Engizisyona göre amaç olan işkence onlara göre sadece son çare olarak kullanılacak bir araçtı.
Buraya kadar yapılan uygulamalar halkın gözü önünde ibret-i âlem için yapılanlar. Mecbur kalındığında veya kiliseden habersiz arka planda yapılan korkunç işkenceler ise insanın tüylerini ürperten cinsten. Detaylı olarak olmasa da herkes tarafından bilinir ama hiç kimse tarafından dile getirilemez.
Temize çıkma durumu ise çok nadirdi ve genelde gizli tutulurdu. Çünkü bunun anlamı Engizisyonun hata yaptığını kabul etmekti ve bu asla kabul edilebilecek bir şey değildi. Ancak nadir de olsa böyle bir durum gerçekleştiğinde, masum kişilerin suçlamaları kaldırılır veya askıya alınırdı. Bu çok daha korkutucuydu çünkü anlamı, mahkemenin her an tekrar gerçekleşebileceği, kişinin de hâlâ şüphe altında olduğuydu.
Engizisyonun en temel üç işkence şekli vardı. Garrucha, Toca ve Potro. Garrucha bir palangadan tavana el bileklerinden asılma şeklindeydi ve ayağa bir ağırlık bağlanırdı. Suçlu yavaşça kaldırılır ve aniden bırakılırdı. Etkisi kol ve bacakları gerdirmek, hatta belki çıkarmak şeklindeydi. Toca yani su işkencesi ilkinden biraz daha korkunçtu. Suçlu bir askıya bağlanıp ağzı zorla açılırdı ve keten bir bez boğazına tıkılır, ağzından içeriye yavaşça su dökülürdü. Potre ise 16. Yüzyıldan sonra en yaygın görülen işkence türüydü. Kurban bir gergiye sıkıca bağlanır, bunun için kullanılan kablolar vücuda ve bacaklara dolanır, işkenceci kablo uçlarını döndürürdü. Her dönüşte kablo vücuda batar ve acı tüm vücutta dolaşırdı. Bu işkencelerden önce kadın erkek herkes iç çamaşır hariç çırılçıplak bırakılırdı.
Bu ağır işkence ve eziyetler çoğu zaman inatçıların son anda bu tutumdan dönmelerine neden olurdu. Müslümanlar olmasa da Yahudiler yakılma korkusuyla inancından dönmeyi tercih ederlerdi. Bütün bu işkenceler sonrasında mahkemeye çıkabilen “tövbekârların” çoğunun ortak kaderi uzlaşmaya varmak olmuştur. Uzlaşma töreninde her “tövbekâr” kazığa bağlanmanın haricinde, listedeki diğer cezalardan birine daha çarptırılırdı ki, bunlar haciz veya hapis cezalarıydı. Haciz cezası neredeyse her davada uygulanırdı. Hapis cezasıyla kurtulan mahkûmlar, çıktıktan sonra Ortodoks veya Katolik olarak hayatlarına devam etseler bile, ömür boyu dilenmeye mahkûm bırakılırdı.
Sanbenito ise diğer hafif cezalardandı. Pişmanlığın sergilendiği ve sürekli giyilecek olan sarı bir önlük, kısa süreli mahkûmiyet, kalyonlarda 10 yıla kadar çalışma, savcı tarafından halkın ortasında ve insanların taşlamaları arasında kırbaçlanmak.
Bunlar sonrasında sözünden geri döndüğü tespit edilenler ise nihai cezaya çarptırılırlardı, kazıkta boğularak öldürülmek. Ayrıca yaptığının küfür olduğunu kabul etmeyip tövbe etmeyenler, bunlara yataklık yapan işbirlikçiler de bu infazdan kaçamazlardı. Ancak kazıklarda ölenler ‘rahatlamış’ olarak belirtilirler. Çünkü devamında çok daha büyük bir ceza onları beklemektedir.
İnsanlık tarihinin kara lekesi olan ve hâlâ bahsedildiğinde insanın tüyleri ürperten “auto-da-fé”…
02.10.2015 – Türkiye Gazetesi