Sevr Muahedesi Osmanlı Devleti tarafından tasdik edilmedi ancak müzakerelerde bulunan heyetin muahedeye imza atması sanki hükûmet ve padişah tarafından da kabul edilmiş gibi gösterildi.
Bu noktada en çok sorulan suallerden bir tanesi ise heyetin imzalamama lüksü var mıydı? Masadan kalkabilirler miydi? Bununla ilgili fikir belirtmek yerine, Rıza Tevfik’in izahatına yer vermek çok daha manalı olacaktır.
“Salona girmezden evvel bize, Fransız hariciye memurlarından seçilmiş ve bu işe memur edilmiş üç kişi ağızlarımızı açmamıza fırsat vermeden şu tembih ile bizi ikaz ettiler:
– Efendiler, her şey olmuş bitmiştir. Sizlerin imza etmekten başka bir işiniz kalmamıştır!
Bize ağız açmak memnu (yasak) idi. Bizlere sadece vesikayı imza etmek mecburiyeti düşüyordu. Bizi çağırdılar. Evvela Hadi Paşa, sonra ben, sonra da Reşad Halis Bey muahedeyi imzaladık ve mühürledik. Sonra da salondan çıkıp gittik.” 10 Ağustos 1920
Akla şu sual gelebilir. Heyetin imzalaması devletin de kabul ettiğini göstermez mi? Hayır, çünkü devletler hukukunda salahiyetli delegeler muahedeyi imzalar ancak onlar vekildirler. Muahede asil manada imzalanmadan, yani devletin teşri (yasama) dairesi ve devlet reisi tarafından tasdik edilmeden devleti bağlamaz ve meriyete (yürürlüğe) girmez. Bu sebeple Sevr, Osmanlı tarafından tasdik edilmediği gibi, akdedilmiş (resmiyet kazanmış) sınıfına bile girmeyen bir projeden ibarettir.
Ancak garbın gerçek niyetini ve neler yapabileceğini de olarak ortaya koymuştur. Bu da amacın Osmanlı Devleti’ni bölerek, imha etmek olduğunu da net olarak ortaya koymaktadır. Şerif Paşa’nın padişahın sözlerine yer verdiği notlarında, Sultan’ın da bu noktaya açıkça temas ettiği görülmektedir.
“O Sevr Muahedesi ki, elime ilk aldığımda keskin bir acı ve korkulu bir ürperti hissettim. Sevr Muahedesi bana göre ne bir muahedeydi ne de bir pakttı; kötülüğün baştan aşağı kendisiydi.”
İngilizlerin ve garbın Osmanlılardan bu kadar korkmasının en mühim sebebi ise bir önceki makalede yer alan, Hindistan’ın padişaha verdiği destekte yatmaktadır. Osmanlı yıkılmadan ve hilafet yıkılmadan, yeni bir düzen kurmaları ve zengin topraklara kavuşması mümkün gözükmüyordu.
Bu noktada bir diğer sual daha akıllara geliyor. Sevr Muahedesi hükûmet ve padişah tarafından tasdik edilip devreye sokulsaydı, tatbiki mümkün olur muydu? Birçok tarihçinin ve siyaset bilimcinin ortak fikri menfi cihettedir. Çünkü muahede çok ağırdı. Hatta Versay’dan bile çok ağır olduğu birçok devlet tarafından itiraf edilmiştir. Hâlihazırda müttefiklerin Osmanlı Devleti üzerindeki fikirleri de değişmişti.
İngiltere’nin gözü Orta Doğu’da yani Musul ve Kerkük’te idi ve zaten bunu da elde etmişti. Hilafet makamı ise her ne kadar hayatiyetini idame ettirse de, yapılan propagandalar ile gücü zayıflatılmıştı. Anadolu bundan dolayı stratejik bir ehemmiyet taşımıyordu. Keza Fransa ve İtalya da ülkelerinin mali durumları sebebiyle yeni bir harp ile uğraşmak istemiyorlardı. Ayrıca müzakere etmek istedikleri Ankara hükûmetinin fikri de anlaşma cihetindeydi ve neticede de öyle oldu.
Ermeniler cephesinde ise zaten ABD, Sevr’in Ermenistan projesini desteklemediğini ilan etmişti. Bunun üzerine Ermenistan hükümeti de Ankara ile anlaşma cihetini seçti ve Gümrü Muahedesi’ni imzaladı. Müstakil Kürt Devleti kurmanın peşinde olan Kürtler ise zaten Anadolu kongrelerine katılarak ve Ankara meclisinde yer alarak fikirlerinden vazgeçtiklerini ortaya koymuşlardı. Bu durum bir tek İngilizlerin teşvik ve destekleriyle Ankara’ya kadar gelen Yunanistan’ın aleyhindeydi. Onlar da zaten verilen emirleri uyguladıkları için problem çıkartmadan ülkelerine döndüler. Her ne kadar ispatı ve mantıki manada izahatı mümkün olmasa da, Yunan askerleri Türk askeri İzmir’e girmeden iki gün önce ülkeyi terk etmelerine rağmen bir rivayete göre denize döküldüler.
Netice… Türkler ölümü (Sevr) görmüşlerdi ve artık sıtmaya (Lozan) çoktan razı olmuşlardı.