30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti açısından I. Cihan Harbi’ni bitiren, aynı zamanda İtilaf Devletlerinin işgallerini başlatan bir muahede oldu.
İşgaller her ne kadar kötü gibi gözükse de istikbalde bir sulh konferansının düzenlenmesine dair bir ümit ışığını da içinde barındırıyordu. Osmanlı devlet ricalinin tavrı ise bu konferanstan müspet bir netice alınabilmesi için işgale karşı fazla mukavemet etmemek üzerine kuruluydu. Padişah Sultan Mehmet Vahdeddin Han’ın düşüncesi de bu cihete yakındı ancak o oyalama taktiğiyle, elini güçlendirme peşindeydi. Sevr’i de çeşitli bahaneler ile geçiştiriyor, imzalamaktan kaçınıyordu.
Hatta bu minvalde yapmış olduğu açıklama da bunu doğrular cihettedir.
“…hak ve adaletle telif olunamayacak (uzlaştırılamayacak) surette gayri tabii olan böyle bir muahedenin, devam ve tekerrür edemeyeceğini (istikrar kazanamayacağının) bildiğimden, hakkımızın anlaşılmasına müsait zamanın hululüne gelmesine kadar vakit kazanmak tarikinde (yolunda) devam ile muahedenin hükûmetçe kabulüne taraftar göründüm.”
Padişahın vakit kazanmaktan kastettiği de Anadolu’dan, Mustafa Kemal’i başına geçirdiği hareketten gelecek olan muvaffakiyet haberleriydi. Bu ihtimalle elini güçlendirip, sulh konferansına rahat oturma niyetindeydi. Fakat hükûmetin ve padişahın bu tavrı İtilaf Devletlerini bilhassa İngiliz idaresini kızdırdı ve baskılarını artırdılar. Bunun üzerine Sultan Vahdeddin Han da gerekirse tahttan feragat edeceğini ama Sevr’i imzalamayacağını belirtti. Bu hamle İngilizleri geçici olarak sindirse de arka planda Anadolu hareketi ile görüşülerek onlarla anlaşıldı ve ikinci plan devreye sokuldu. Bu hamle ile artık İngilizler saltanatı tamamen gözden çıkartmış oldular. Bu da İngilizlerin en başından beri ikili oynadıklarını ve her iki tarafı da idare ettiklerinin bariz bir göstergesidir.
Bu mevzu ile alakalı diğer bir tez ise İngilizlerin hadisenin bu cihete kayacağını tahmin ettikleri ve bütün ağır şartları da bu sebeple ileriye sürdükleri yönündedir. Neticede Sevr’in padişah ve hükûmet tarafından kabul görmeyeceğinin de farkında oldukları fikri ağır basmaktadır. Çünkü Orta Doğu’da menfaatlerinin tehlikeye girmesiyle, Abdülhamid Han devrinden bu yana esas niyetlerinin Osmanlı Devleti’ni yıkmak, zengin toprakları gasbetmek ve sonrasında ise Anadolu’da kendi kontrollerinde bir devlet kurmak cihetinde olduğu kanaati hâkimdir. Fakat yüzyıllardır bu toprakları İslamiyet sancağı ve bir çatı altında idare eden Osmanlı Devleti’nin yaptığını yapmak o kadar kolay değildi.
Bu sebeple projenin hayata geçirilebilmesi için muhtemel risklere karşı bazı tedbirlerin alınması gerekiyordu. İstanbul’un işgal edilmesi ve halifenin etkisiz hâle getirilmesi ise bu tedbirlerden sadece bir tanesiydi. Böylece tabii kaynaklarca zengin topraklara sahip Orta Doğu’dan temas kesilmiş oluyordu. Anadolu’dan gelecek bir tehlikenin önüne geçmek için ise İtalyanlar ve Fransızlar tarafından Anadolu’nun güney kesimleri işgal edilerek âdeta bir set oluşturuldu. Yunanlılar ise daha sonrasında İngilizlerin farklı bir kutsal gâyesine hizmet etmek adına Ege sahillerine yerleştirildi.
Bütün bu yapılanlarla, Osmanlı Devleti’nin Orta Doğu’nun topraklarında hak iddia etmesinin ciddi manada önüne geçilmiş oluyordu. Bundan sonraki adım ise şartlı ve kontrollü bir hürriyet vadederek, Anadolu’da parlamento tabanlı yeni bir Türk devletin kurulmasının sağlanmasıydı. Devletin meşruluğu ise İtilaf Devletlerinin en mühim şartı olan, toprak gasplarını yeni idarenin kabul etmesine bağlıydı.
Artık ölümü gösterip razı edilecek olan sıtmanın da çerçevesi belli olmaya başlamıştı. Bu çerçevede elinden geleni yapmış olan ve hain bir kıskacın içinde kalan Sultan Mehmed Vahdeddin Han’ın ise yapacak bir şeyi kalmamıştı. Bu sebeple onu hainlikle suçlamak gayri ahlaki bir durum olacaktır.