Türkiye Cumhuriyeti’nin doksan yıllık tarihi maalesef demokrasiye ve milletin iradeye vurulan hain darbelerle, muhtıralarla ve teşebbüslerle dolu. Sistematik bir şekilde meydana gelen bu elim hadiseler, ceddimiz Osmanlı’dan kalma kuvvetimizi, şecaatimizi ve dirayetimizi baskılayarak, uykudan uyanmamıza mani oldu. Milletimizin sayesinde püskürtülen 15 Temmuz darbe girişimine kadar, ne zaman kafamızı kaldırıp, üzerimizdeki ölü toprağından kurtulmak istesek, başımıza inan bir balyoz bizi daha derinlere gömdü.
Bu tarz talihsiz hadiseler sadece Türkiye Cumhuriyeti’ne haiz değil. Dünyanın birçok ülkesi bu tarz problemler ile uğraşmak zorunda kaldı. Bazı devirlerde cihanı titreten Osmanlılar bile bu bela uğraştı. Hatta bu tarz isyanlar sebebiyle nizam zarar gördü ve devlet çöküşe doğru sürüklendi.
Bugün sizlere aktaracağım isyan ise Genç Osman hadisesi olarak bilinmektedir. On yedinci yüzyılda meydana gelen bu darbenin yansımaları maalesef günümüze kadar uzadı. Bu sebeple kötü manada bir milat özelliğine sahiptir. Bu isyanlardaki en önemli saç ayağı ise askerler yani yeniçeri ve sipahi ocaklarıydı. Bunlar, II. Mahmut Han tarafından lav edilene kadar bu tarz olaylarda hep birileri tarafından kullanılarak ön plana sürülmüş ve kazan kaldırmalarıyla meşhur hale gelmişlerdi.
Yeniçeriler Osmanlı Devleti’nin büyümesinde ve cihanşümul bir devlet haline gelmesinde büyük pay sahibi olduğu gibi, gerilemesinde de büyük etkisi oldu. Şu bir gerçek ki; güç hazmedilmesi ve kontrol edilmesi çok zor bir mefhumdur. Ocağın yanlış kişilerin emellerine alet olmaları neticesinde harp etmek yerine siyaset ile uğraştıklarında devlet büyük bir darbe aldı. Elbette bu durumda başta bulunan padişahın da büyük etkisi vardı.
Atalarının izinde yüksek ruhlu ve cesur padişah
Sultan II. Osman Han namı diğer Genç Osman, 16. Osmanlı padişahı ve 95. İslam halifesiydi. İhtilal neticesinde öldürülen ilk Osmanlı padişahıydı. 3 Kasım 1604 tarihinde, Sultan I. Ahmed Han’ın Mahfiruz Sultan’dan doğan en büyük oğluydu.
Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve İtalyanca gibi doğu ve batı dillerini klâsiklerinden tercüme yapabilecek kadar güzel biliyordu. Divan edebiyatına da meraklıydı. Şiirlerini Farisî mahlasıyla yazardı. Yetişmesinden onu himayesine alan üvey annesi Kösem Mahpeyker Sultan’ın büyük emeği vardı.
Sultan Osman Han, güneş yüzlü, heybetli, yüksek himmet sahibi bahadır bir padişah olduğu kadar sert bir mizaca da sahipti. Fevkalade bir şekilde at binerdi ve harp aletlerini kullanmakta mahir idi. Şirin bir çehreye sahip olması sebebiyle Nami ondan “Pâdişâhı âlem-ârâ” yani “dünyanın süsü olan padişah” diye bahsetmektedir. Ayrıca devrin İngiltere Büyükelçisi Thomas Roe’nun hatıratında yazdıkları da bunu doğrular vasıftadır: “Osman mağrur, yüksek ruhlu ve cesurdu. Hıristiyanların can düşmanlarından biriydi. Atalarının seferlerine imrenmekte, büyük işler planlamakta ve namını hepsinin üzerine çıkarmak için gayret sarf etmekte idi.” Şehzade Osman, amcası I. Mustafa Han’ın, asabi rahatsızlığı sebebiyle tahttan indirilmesiyle 26 Şubat 1618 tarihinde 14 yaşında tahta çıktı.
Teamüllere aykırı ve reformist padişah
Henüz yaşının küçük olmasına rağmen fevkalade meziyetlere sahip olan genç padişah, daha tahta çıkmadan buhran içindeki memleketi bu durumdan kurtarmak için yollar aramaya başlamıştı. Bu sebeple ilk işi devlet erkânı içindeki üst düzey yetkilileri değiştirmek oldu. Hatta yaptığı birçok idari değişiklikler ve adımlar sayesinde ıslahatçı bir padişah olarak hatırlanmaktadır.
Padişah merkezli mutlak otoriteyi yeniden hâkim kılmak istiyordu ancak devleti şeri hükümler çerçevesinde idare etmekten de geri durmadı. Devrinin en önemli eksikliği, istişare edebileceği kabiliyetli devlet adamlarının olmamasıydı. Verdiği kararlarda Hocası Ömer Efendi ile Darüssaade Ağası Süleyman Efendi’nin büyük etkisi vardı ve bu sebeple verdiği bazı kararlar ona çok pahalıya patladı. Mesela Süleyman Ağa’nın telkinleriyle Hotin seferi öncesi kardeşi Şehzade Mehmed’i boğdurması; her ne kadar sefer zamanında yokluktan istifade ile isyan etme ihtimali esbabı mucibince yapılsa da gerekliliği kati değildi. Bir diğer önemli mesele ise hocası Ömer Efendi’nin telkinleriyle yeniçeri ocağı ile çekişme içine girmesi oldu. Bu çekişme makalemizin konusunu da oluşturan Genç Osman hadisesinin yaşanmasına ve fena bir netice ile sonlanmasına da sebep oldu.
Bu arada devrinde yaşanan tabiat şartları da onun en büyük şansızlığı oldu. İstanbul Boğaz’ı dondu, şehre iaşe getiren gemiler limana yanaşamadı ve şehirde kıtlık ve pahalılık baş gösterdi. Bu hadiseler bazı fitneciler tarafından padişahın uğursuzluğu olarak addedildi.
Sultan Osman Han’ın karakteri gereği teamüllere aykırı hali de onu zor durumda bıraktı. Hicaz’a giderek hacı olmak istemesi ve II. Mehmed Han devrinden beri cariye ile evlenme kaidesine uymayarak saray dışından (Şeyhülislam Esad Efendi ve Pertev Paşa’nın kızları) evlenmesi de devrin ve günümüz tarihçileri tarafından büyük bir hata olarak görülmektedir.
İsyanın kıvılcımı Lehistan Seferi ve yeniçeri bozgunu
Sultan Osman Han, şehzadeliği döneminde tasarladığı planlardan bir tanesi de Lehistan’ı kedi topraklarına dahil ederek, devletin sınırlarını Baltık Denizi’ne kadar uzatmaktı. Bu düşüncesi sebebiyle uzun zamandır Erdel Eyaleti’ne taciz saldırı yapan Lehistan’a harp ilan edildi. Ozi Valisi İskender Paşa’nın serdarlığını yaptığı ilk muharebede kesin zafer kazanıldı.
Padişahı bununla yetinmeyerek 1621 yılında bizzat kendisinin serdarlığında 200.000’i aşkın büyük bir ordu ile sefere çıkıldı. Hotin Seferi olarak kayıtlara geçen bu muharebe, kazanılmak üzere iken yeniçerilerin bozgunculuğu ve isteksizliği sebebiyle zafer rüzgârının terse dönmesine sebep oldu. Her ne kadar Hotin kalesi ele geçirilemediyse de Lehistan’ın da zor durumda olması sebebiyle yapılan sulh muahedesi sebebiyle bu seferden kârlı bir şekilde dönüldü. Fakat Hotin Seferi’nde yeniçerilerin ettikleri yüzünden Sultan II. Osman Han, orduda geniş çaplı bir ıslahat hareketine girişmeye karar verdi.
Yeniçeri gerçeği ve isyanın sebebi
Sultan Osman Han, diğer büyük hedefi ise Roma’yı Osmanlı topraklarına katmaktı. Ancak bu orduyla yapması mümkün değildi. Devrin şartlarına uygun güçlendirilmiş yeni bir orduya ihtiyaç vardı. Zira yeniçerilerin nelere mal olacağını Lehistan seferinde bizzat görmüştü. Bu sebeple acem diyarından müteşekkil bir ordu kurmayı arzu ediyordu.
Hacca gitme bahanesiyle İstanbul’dan ayrılıp kafasındaki planı devreye sokmak niyetindeydi. Bu düşünceyle padişah hacca gidecek diye bir söylenti çıkartıldı. Bu arada yeniçeri ocağı da Lehistan Seferi’nde kendilerine düşük bahşiş verilmesi, arkadaşlarının idam edilmesi ve mağlubiyetin müsebbibi olarak gösterilmeleri sebebiyle sular durulmamıştı. Padişahın hacca gitmek istemesi ilk etapta zihinleri bulandırsa da pek tepki çekmedi. Ancak hac ziyareti bahanesiyle yeni ordu kurma niyetinde olduğu duyulunca kanlı isyan hareketi de başlamış oldu.
“Biz ana razı değiliz”
Varlıklarının tehlikeye girdiğini gören yeniçeriler ve sipahiler içinde hareketlenme başladı. Bu kalkışmaya arka planda destek veren kişi ise padişahtan hazzetmeyen, I. Mustafa Han’ın eniştesi Kara Davut Paşa idi. 1622 senesinin Mayıs ayında otağın Üsküdar’a nakledilmesi emrinin verilmesi üzerine, yeniçeri ve sipahiler 18 Mayıs’ta at meydanında toplanmaya başladılar. Halk büyük bir korku ve telaşla evlerine kapandı. Dükkanlar kapandı alışverişler durdu. Sur kapıları bile kapatıldı. Askerler bir grup ulema ile padişaha “Hacc-ı Şerife gitmek istemişsin, gitmeyesiniz ve dahi eski kulları cümleten kırıp yerlerine Halep’ten Şam’dan cediden kullar yazıp taht-ı sultani kurmak istemişsiniz. Biz ana razı değiliz” şeklinde haber gönderdiler. Fakat genç ve tecrübesiz padişah herhangi bir tedbir dahi almaya gerek duymadan, “Bildiklerinden geri kalmasınlar. Ben Haccı Şerife gitmekten fariğ olmam, gerekeni de yaparım” diyerek onları tehdit etti.
Aslında padişaha bu haber gönderildiğinde henüz üst düzey askerler isyana dâhil olmamışlardı. Bu durumdayken tedbir alınıp isyan bastırılsaydı hadise büyümezdi. Fakat Sultan Genç Osman, padişahlık makamına güvenerek müdafaa hareketinde bulunmadı. Bu darbe girişimini küçümseyerek, devlet adamlarının adeta yalvarmalarına kulak asmadı.
Şeyhülislam Esad Efendi, bir çare olarak “padişaha hacca gitmek farz değildir” şeklinde fetva çıkarttı. Babası Sultan Ahmet Han’ın da hocası olan Aziz Mahmut Hüdayi hazretleri de bu minval üzere tavsiyelerde bulundu. Fakat padişah hocası Ömer Efendi ve Darüssaade Ağası Süleyman Efendinin sözlerinden başka hiç kimsenin sözünü rağbet etmedi.
Hadisenin ikinci gününde beklediklerini bulamayan yeniçeriler, Şeyhülislam Esad Efendi’ye giderek ondan Sadrazam Dilaver Paşa, Hoca Ömer Efendi, Darüssaade Ağası Süleyman Efendi başta olmak üzere padişahın yakınlarında olup da onun verdiği kararlarda etkili olanlar hakkında fetva aldılar.
Esat Efendi’nin “Sual: Padişah-ı cihanbanı azdurub Beytü’l-mal-i Müslimin’i telef itdürüb buna fitne ve fetarete sebeb olan kişilere şer’an ne lazım gelir? El-Cevab: Katl lazım gelür” minvaldeki fetvası ulema tarafından saraya götürüldü ve padişaha verildi. Sultan Osman Han kendisini de üstü kapalı tehdit eden bu fermanı yırtarak parçaladı ve getirenlerin üzerine fırlattı ve huzurundan kovdu. Yanındaki akli selim vezirler, “Hünkarım, kul taifesi bir araya geldiğinde istediklerini mutlaka alırlar. Atalarınız döneminde almışlardır, yine alırlar. Nacizane tavsiyem isyan büyümeden, şehir harab olmadan isyanı durdurmanız, istediklerini yerine getirmeniz. Yoksa mazallah çok geç olur” diyerek padişahı ikna etmeye çalıştılar. Askerin istediği devlet adamlarının feda edilmesinin ehveni şer (en az kötü olan) kaidesi gereğince isabetli olacağı konusunda ısrar ettiler. Ancak Sultan Genç Osman “Kimin haddine bana şart koşmak Müfti Efendi? Bu ısrarınıza devam ederseniz evvela sizi, sonra da onları kırarım! Kimseyi vermeye niyetim yoktur. Onların tedariki de görülmüştür endişe etmeyin. Bu çapulcular başsız askerlerdir, çabuk dağılırlar” diyerek hadiseyi ne kadar hafife aldığını ortaya koydu.
Bu sırada saray bostancılarının ayaklanan yeniçeri ve sipahilere karşı padişah tarafından sarayda silahlandırıldığı ve mevzilendirildiği fısıltıları dolaşmaya başladı. Bu onları ilk etapta geri adım attırdı ancak sakinleştirmeye yetmedi.
Asıl ayaklanmalar ise ertesi gün, yani 19 Mayıs günü başladı. Erken saatte harekete geçen asiler, Topkapı Sarayı’na saldırmak üzere hazırlığa başladılar. Ancak padişahın “ol tarifenin tedariki görülmüştür” sözü mucibince ve saray bostancılarının tedbir aldığı söylentileri sebebiyle tedirgindiler. Bu sebeple Ayasofya Camii minarelerine gözcüler çıkartıp, gerçekten tedbir alınıp alınmadığına dair bir işaret aradılar. Gözcülerden herhangi bir hareket olmadığını dair bilgi gelince de naralar atarak yürümeye başladılar. Sarayın kapısından herhangi bir mukavemetle karşılaşmadan, rahat bir şekilde içeri girdiler ve birinci avluyu geçerek ikinci avluya ulaştılar ve burada “Şer ile Hoca Ömer Efendi’yi isterüz! Şer ile Dilaver Paşa’yı isterüz! Şer ile Süleyman Ağa’yı isterüz!” diye bağırarak beklemeye başladılar.
Osmanlı’nın mahremine uzanan eller
Asilerin ikinciye avluya ulaşmaları üzerine işin ciddiyetine vakıf olan Sultan Osman Han, istedikleri şahısları vermeyeceğini ancak hacca gitmekten vazgeçtiği haberini gönderdi. Ancak asker kısmı ayaklanmıştı bir kere ve kelle almadan da oturmaya niyeti yoktu.
İkinci avluda birkaç saat bekleyen asiler, ulemanın sükûneti sağlamak yerine, “bizim sözümüz geçmedi, kendiniz girip söyleyin” kışkırtmalarıyla, üçüncü avluya saldırıp padişahtan ayak divanı talep ettiler. Fakat bu beklentileri de sonuçsuz kaldı ve padişah divana çıkmadı.
Padişahın bu kararları isyancıların ekmeğine yağ sürüyordu. Hain Kara Davut Paşa da fırsatını kaçırmadı ve adamlarını “Sultan Osman bizi hiçe sayar ağalar! Onun da bizim gözümüzde bundan sonra hükmü kalmamıştır. Sultan Osman’ı tahttan indirelim! Biz Sultan Mustafa’yı istiyoruz!” diye bağırtmaya başladı. Galeyana gelen asiler de “Sultan Mustafa çok yaşa!” naraları atarak hareme girdiler ve Sultan Mustafa Han’ı tutulduğu dairesinden bin bir müşkül ile çıkartıp biat ettiler.
Mazlum sultan, Genç Osman
Artık Sultan Osman Han için her şey bitmişti. Asilerin istediği Dilaver Paşa ile Süleyman Ağa’yı teslim etmesi ve paramparça edilmeleri de isyancıları sakinleştirmeye yetmedi. Ok yaydan çıkmıştı ve geri dönüş yoktu.
Asiler Sultan Mustafa Han’a padişah ilan etmişlerdi ancak ulema henüz biat etmekte direniyordu. Sultan Genç Osman’ın tahttan indirilmesine sıcak bakmıyorlardı. Çünkü meşru hükümdar tahtında otururken, ikincisine biat etmek şeran caiz değildi. Ayrıca Sultan Mustafa Han, asabi hastalığı sebebiyle padişahlık yapacak bir durumda da değildi ve cinneti cülusuna engeldi. Ancak asilerin kılıçlarıyla karşı karşıya kalınca mecbur kaldılar ve onlar da biat ettiler. Dört sene üç ay saltanatta kalan Sultan II. Osman Han, 19 Mayıs 1622 senesinde darbeyle tahttan indirilmiş oldu. İsyanın gizli destekçisi olan, Mustafa Han’ın eniştesi Kara Davut Paşa da kendisini Sadrazam ilan ettirerek idareyi tamamen avuçlarına aldı.
Sultan Mustafa Han’a biat edilmesi üzerine sabık padişah çok müteessir oldu. Amcasının durumu belli olmasına rağmen askerlerin ve ulemanın sırf kendisini tahttan indirebilmek adına böyle bir âdemin padişahlığına biat etmesini beklemiyordu. Artık yapılacak tek bir şey kalmıştı. Toparlanıp daha sonra tekrar tahta oturabilmek için hayatını kurtarması gerekiyordu. Bu sebeple kendisine sadık Ohrili Hüseyin Paşa’ya sual etti. “Paşa biat işi olmuş bitmiş. Ben derim ki, varalım sahile oradan Üsküdar’a geçip, Bursa’ya gidelim. Az zaman sonra amucamın yetersizliği görülür, zaten kendisi taht istemez bir âdemdir. O zaman biz dahi devleti şahanenin tahtına yenide çıkarız. Ne dersiniz?”
Bu fikri Hüseyin Paşa ve yanındaki sadık kulları tarafından yerinde bulundu ve hemen hareket geçildi. Ancak sahile indiklerinde herhangi bir gemi ve kayığa rastlayamadılar. İsyanın başlamasından sonra herkes kendini kurtarmanın telaşıyla sağa sola dağılmıştı, kalanlarda isyancılar tarafından derdest edilmişti. Bunun üzerine Hüseyin Paşa’nın fikrine uyarak isyana destek vermeyen yeniçeri ağası Kırkçeşmeli Ali Efendi’den yardım istemeye karar verdiler.
Genç Osman geceye kadar müsait bir yerde saklandıktan sonra etrafındakilerle birlikte yeniçeri ocağının kapısına geldiler. Padişah Hüseyin Paşa’yı isteklerini bildirmek üzere Ali Ağa’ya gönderdi. Yeniçeriler bu işi bırakıp kışlalarına dönerler ve Sultan Mustafa’yı teslim ederlerse, her birine elli duka altın, birer parça atlas kumaş ve yevmiyelerine de zam yapılacaktı. Ağa bu teklif önce bölük kumandanlarına açtı. Ancak onlar bu iş için çok geç kalındığını söylediler. Ağa onları asilerin önüne çıkmaya ikna edemedi. Çünkü netice artık ulema tarafından da destekleniyordu. Bu sebeple askerlere bizzat kendisi askerlerin karşısına çıktı.
“Yoldaşlar, padişahınız mübarek ola. Emma hali bellü Sultan Osman da kapunuza geldi ve ocağınıza sığındı” şeklinde konuşmaya başladı ancak devamını getiremedi. Fitneciler Sultan Osman’ın tekrar başa gelmesi halinde kendilerine harcayacağını eminde ve buna fırsat veremezlerdi. Hemen “Urun, söyletmeyin şuna haini” diye nağra atarak ağaya saldırdılar ve onu orada şehit ettiler. Sonrasında ise ağa kapısına koşup, orada bekleşen padişaha baskın yaptılar ve yakaladılar.
Sultan Genç Osman’ın son hamlesi de boşa çıkmıştı. Sabah kadar orada tutuldu ve güneş doğduktan sonra sırtında beyaz bir entari ve başı açık olduğu halde uyuz bir beygire bindirildi. Başına da kirli bir sarık sararak çeşitli hakaretlerle Orta Cami’ye doğru yola çıkardılar. Bu hazin hadiseyi o sırada penceresinden seyreden tarihçi Peçevi, manzarayı şu şekilde nakletmektedir. “Dünyada ne kadar müfsid ve fasid var ise etrafına dizilmişler ve ettikleri evza-ı garibe (garip haller) ve şütum-u acibe (galiz küfür) kaleme değil, lisana dahi gelecek değil.”
Sabık padişah keşke isyan sırasında şehit edilseydi de bu acıklı yolculuğa çıkmamış olsaydı. Daha bir süre önce padişahları için kendilerini ölümün önüne atanlar, bugün ona en ağır hakaretleri reva görüyorlardı. Sultan Osman Han, etrafındaki insanlara “Ey insanlar, padişahına, daha mühimi halifesine böyle en rezil hakareti reva gören veya bu harekete mani olmayan millete felah erişir mi? Cenab-ı Hakk buyurmuyor mu; ‘Biz, bir millet kendi hakkındaki hükmünü değiştirmedikçe. Bizde o millet hakkındaki hükmümüzü değiştirmeyiz.’ Gelin etmeyin eskisi gibi olalım” nutuk irade ettiyse de onun aklıselim sözlerini duyacak zevat maalesef yoktu.
Nihayet sabık padişah Sultan Mustafa Han’ın da bulunduğu Orta Cami’ye getirildi. Bir çatı altında iki padişah, halef selef birleşmiş oldu. Ancak ne hazindir ki; devlet idare etme niyetinde olan ve Roma’yı fethetmek gibi büyük bir zafer peşindeki kişi idareden uzaklaştırılırken, hiçbir iddiası olmamakla beraber asabi hastalığı sebebiyle cinnetler geçiren bir kişi başa geçiriliyordu.
Genç Osman camiye getirildiğinde, yeni padişah amcası mihrapta oturuyordu. Tedirgin bir vaziyette, sürekli etrafına bakmaktaydı. En ufak bir sesle irkiliyor, pencerelere koşuyordu. Bu hali bir müddet seyreden Genç Osman, “Ağlar bakın görün ki başınıza kimi padişah ettiniz. Vallahi neslin kesilmesine sebep olursunuz. Bu meczup devletin çökmesine sebep olur. Ocağınızı söndürür ve kıyamete kadar kurtulamazsınız bu pişmanlıktan. Gelin dönün bu hatadan. Bilmeden size cefa ettimse de siz etmeyin ve affedin. Halimden ibret alıp merhamet edin. Dün sabah cihan padişahı idim. Şimdi üryan kaldım. On akçelik bir takke gücüm yok. Dünya size de kalmaz. Hangi padişahın kulları padişahlarına bu ihaneti ettiler?” diye hitapta bulundu. Yolda gelirken başındaki sarığı düşmüş, başı açıkta kalmıştı.
Hain Kara Davut Paşa ve padişahın şehadeti
Sabık padişah Sultan Osman Han’ın ağlayarak yaptığı bu konuşma sonrasında bazı hassas kalpler rikkate geldi ve ağlamaya başladı. Yaşça diğerlerinden büyük olanlar ve sakalına ak düşmüş ihtiyarlar da aynı vaziyetteydi. Bu hale üzülen yeniçeri zabitlerinden bir tanesi kendi başındaki keçeden tülbendi çıkarıp, “Padişahım temizdir. Mübarek başınız açık kalmasın, sarın” diyerek verdi. Orta Camii’nin içini dolduran asiler de bir anda bir yumuşama hâsıl oldu. Fısıltı halinde hallerinden vaz geçmeyi konuşanlar bile oldu.
Kara Davut Paşa, durumun vahametini görmüştü. Hadise farklı bir noktaya ulaşmadan müdahale etmeliydi. Cebecibaşı’ya işaret ederek kement attırdı. Bu hamleyi fark eden Sultan Genç Osman, kemendi havada yakaladı ve boynuna geçmesine mani oldu ve paşaya hiddetle bağırdı. “Behey zalim paşa! Benim sana ne kötülüğüm dokundu? İki defa katlini icap ettiren cürüm işlemene rağmen affedip, öldürtmedim. Mansıp verdim. Bana düşmanlığın nedir? Bu mudur karşılığı?” Sonra ocak ağalarına hitaben, “Ağalarım, beylerim bilesiniz ki bu zalim hain beni komaz mutlaka öldürür” dedi. Bazı yeniçeri ağaları gayrete gelip “Yok padişahım, ne mümkün! Mübarek hatırınızı hoş tutun. Ortalık bir miktar sükûn bulsun, yine padişahımız sizsiniz. Haşa ve kella kulların sana kıya ve ihaneti layık göre” dediler ve Davut Paşa’yı ikaz ettiler. “Siz ne yaparsınız Davud Paşa? Sultan Osman’ın başına bir hal gelse bunca asker hepimizi kırar!” dediler. Ancak paşanın durmaya niyeti yoktu. Bunun üzerine bu sefer sipahiler araya girerek paşanın bu emeline müsaade etmediler ve “Bizim niyetimiz Dilaver Paşa ile Süleyman Ağa idi. Olan oldu, Sultan Mustafa Han Hazretleri’ne biat ettik lakin Sultan Osman Hazretleri’nin kılına dahi zarar gelmesine rızamız yoktur, sağlık ve selâmet içinde şimdilik kenarda mahpus beklemelidir. Daha sonra durum ne gösterir bilinmez. Ona göre hareket edilir ve gereği düşünülür” diyerek nümayiş yaptılar.
Yeniçeri ve sipahinin razı olmadığını gören Davut Paşa da mecburen geri adım attı. “Madem öyle dersiniz o vakit sizin dediğinizden başka bir şey olmaz ve yapılamaz. Vakti gelene kadar Yedikule zindanlarında mahpus kalsın” dedi. Fakat bu niyetinde de halis değildi. Ortamın yumuşamasına fırsat bilen Genç Osman, son bir gayretle belki ikna ederim düşüncesiyle avludaki askerlere seslendi. “Benim sipahi ve yeniçeri ağalarım. Beni istemez misiniz?” dedi. Onlardan da “Seni hilafete kabul etmeyiz ancak katline dahi rızamız yoktur. Şimdilik mahpus kalasın” şeklinde cevap aldı. Padişah konuşmasına devam ederek “İhtiyar Babacıklarım, ocağınıza geldim çünkü beni katle razı değilsiniz. Beni bu hain kara yüzlünün niyet ettiği gibi Yedikule’ye göndermen, paşa beni katletmeyi tasarlar. Beni Sultan Mustafa’nın olduğu odaya hapsedin. Padişahımız mübarek olsun. Ben köşemde kalırım” dedi. Yeniçeri ağaları da karşılık olarak, “O mübarek hatırınızı hoş tutunuz Sultanım. Kılınıza dahi zarar gelmesine rızamız yoktur merak buyurmayınız” dediler.
Tam bu esnada Cuma vakti girmiş minarelerden ezan sesleri gelmeye başlamıştı. Davut Paşa Cuma namazı bitene kadar padişahı orada, o halde beklettikten sonra hadisenin kontrolünü kaybetmeden sabık padişahı köhne bir pazar arabasına koydurarak subaşı kethüdası ile birlikte Yedikule zindanına gönderdi. Genç ve sabık padişah artık işin mahiyetini anlamış fakat güvendiği hiç bir yerden yardım erişemediği için çaresiz bir vaziyette kalmıştı. Kendisine uygulanacak muamelenin nev’ini tahmin etmeye çalışıyordu. Artık yolun sonuna geldiğinin o da farkındaydı.
Zindanın dışında ise cellatlar başlarında hain Kara Davut Paşa olduğu halde son hazırlıklarını yapıyorlardı. Genç Osman ise sergilediği tevekkülüyle adeta meydan okuyor, metanetle başına gelecekleri bekliyordu. Ancak canını teninden ayırmaya geleceklere kolay kolay teslim olmayacaktı. Kendince tedbirini aldı ve sırtını bir duvara yaslayarak, arkasını emniyete aldı. Gözlerini şahin gibi kapıya dikmiş vaziyette cellatları bekliyordu.
Nihayet kapı açıldı ve dört cellat ellerinde kementleriyle üstüne atıldılar. Sakin fakat ateş saçan gözlerle onları bekleyen talihsiz padişah ise elinde kalan tek silah, sıkılı yumrukları ve abdestiyle önüne gelen ilk cellada okkalı bir Osmanlı tokadı savurdu. Cellat büyük bir böğürtü ile yere yıkılırken, hemen arkasından gelen arkadaşı da ona katıldı. Bunu gören cellatlar toplu halde üstüne atladılar. Sultan Osman tek başına dişe diş, kora kor mücadele ediyordu ancak karşısındaki adamlar çok kalabalıktı. Onun kaba kuvvetini bilen Davut Paşa, işini sağlama almıştı.
Boğuşma esnasında bir balta omzuna isabet etti ve bu darbeyle omzu kırıldı. Ancak tek koluyla bile on, on beş dakika boyunca karşılarındakilerle boğuşan talihsiz padişah, nihayet omzunun verdiği acı sebebiyle sendelemeye başladı. Celladın birisi bunu fırsat bilerek kemendi boynuna geçirmeye muvaffak oldu ve hızla yere çekip düşürdü. Sultan Osman Han’ın da mukavemet edecek hali kalmamıştı ve Allah diyerek haykırarak yere yıkıldı. Tekrar ayağa kalkmasını önlemek için orada onların hepsi üstüne çullandılar. Boğazına saran ip daraldıkça nefesi azaldı ve Sultan II. Osman Han 20 Mayıs 1622 senesinde 17 yaşında iken kelime-i şahadet getirerek şehit oldu. Bununla iktifa etmeyen zalimler, vefat etmesine vahşice kanının döktüler. Hırslarını aldıktan sonra onu oracıkta bıraktılar. Ancak ertesi günün sabahı, gerekenlerin yapılması için saraya nakledildi.
Sultanın naaşı Topkapı Sarayı’nda yıkanıp kefenlendi ve cenaze namazı da burada, kutsal emanetlerin bulunduğu odanın önünde kılındı. Sonrasında ise bütün vezirlerin, ulemanın ve saray ahalisinin de katıldığı hazin bir törenle Sultanahmet Camii köşesinde bulunan, babası Sultan I. Ahmet Han’ın yanına defnedildi.
Kara Davut Paşa’nın askere söz vermesine rağmen Genç Osman’ı katlettirmesi, isyanın yangınını körükledi. Sultan Mustafa Han’ın paşayı azletmesi de işe yaramadı ve isyanlar uzunca bir müddet devleti meşgul etti. Hain paşa ve yandaşları, isyana teşvik ettiği askerler tarafından “Sanma ki hain berhudar olur, akıbet ya boynu vurulur ya berdar (asılır) olur!” sözü mucibince cezasını buldu. İkinci defa tahta çıkan Sultan Mustafa ise tahtta ancak 1,5 yıl durabildi ve sağlığının bozulması sebebiyle 1623 senesinde fetva ila tahttan indirildi.
Netice ve günümüze yansımaları
İlk defa bir padişahın şehit edilmesi ve devletin haremine mahrem ayakların girmesi kötü bir alışkanlığın başlangıcı oldu. Eline hanedan kanı bulaşan asker ise bundan sonra sık sık bu yola başvurmaya da devam edecekti. Talihsiz sultanın yaşadıkları ise padişahın yanında yanlış kişileri istihdam etmenin nelere yol açacağının görülmesi açısından misal teşkil etti. Nitekim padişahın ele geçirilmeden önce Hüseyin Paşa’ya “halkın nefret ettiği hocamız Ömer Efendi, devletin bozulmasına sebep oldu” diyerek bu acı gerçeği itiraf etmiştir. Ayrıca bu hadise teamüllerin ne kadar hayati bir önem taşıdığını da gözler önüne sermiştir.
Bu hadiseden sonra devlet adamları menfaati gereği askeri daha fazla kullanmaya başladı ve askerin siyasetin içerisine çekilmesinin yolu açılmış oldu. Ayrıca bu hadiseler tarihi etkileyen önemli hadiselerin yaşandığı bir devirde, gücün ve kudretin iç karışıklıklara harç edilmesine ve geri kalınmasına sebebiyet verdi.
Bu tarihten itibaren yapılması düşünülen her ıslahat hareketi, ondan rahatsız olanlar tarafından ihtilal ile engellenmeye çalışıldı ve bundan mütevellit ortaya çıkacak her hadise devletin dirliğinin, düzeninin bozulmasına sebep oldu. Nihayetinde koskoca cihanşümul bir devlet, tarihe mal oldu. Bu hadise ise padişahın öldürüldüğü ilk darbesi olarak tarihe geçti. Böyle hanedan kanını akıtmama düsturu bozulmuş oldu.
Devletin yıkılmasına kadar bunun gibi hadiseler alışkanlık haline geldi ve on bir padişah bu tarz ayaklanmalar neticesinde şehit edildi. Bu ananevi durum sadece Osmanlı ile de sınırlı kalmadı ve Türkiye Cumhuriyeti’ne sirayet etti. Bu hain zihniyet, her müspet gelişme neticesinde yaptığı darbelerle devletin ilerlemesine mani oldu. O kadar ileri gittiler ki; Başbakan asıp ve Cumhurbaşkanı zehirlemekten çekinmediler.