13. yüzyıl, İslam dünyasının buhran dolu yıllarıydı. Orta Doğu, Asya ve özellikle Anadolu’da yıkımlara neden olan Haçlı ve Moğol istilaları, Müslümanları kasıp kavururken medeniyetler de birer birer yok oluyordu.
Müslümanların hâmisi olan Anadolu Selçuklu Devleti’nin, bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde tespih taneleri gibi dağıldığı, insanlığın ve merhametin sahipsiz kaldığı bir devreden geçiliyordu. İlmin ve âlimin hiçe sayıldığı, yakılan kütüphaneler yüzünden şehirlerin dumanla kaplandığı, nehre atılan kitaplar sebebiyle su yerine mürekkebin aktığı acı dolu yıllar, sanki hiç bitmeyecek gibiydi.
Kadın, çocuk ve ihtiyar demeden yapılan toplu katliamların birer adi vakaya dönüştüğü ve nehirlerin mürekkepten sonra kana bulandığı, herkesin “Yok mu Allah için bu zulmü durduracak?” diye yalvardığı günlerde, ümitsizlik had safhadaydı. Artık devleti yönetenler ve halk ümidini yitirmiş sonlarını bekliyorlardı. Bir devlet ve onun sultanı hariç.
Orta Doğu’nun tarihi ve talihi
Allah rızası için gazadan gazaya koşup, at koşturan ve kılıç şakırdatan yürekli bir asker. Cihad şuûrunu bütün hücrelerine kadar sindirmiş, Orta Doğu’nun tarihinin ve talihinin değişmesine vesile olmuş bir sultan. Aksi halde bedeli çok ağır olabilecek bir yıkımı durduran adamdan, Memlûk Sultanı Baybars’tan bahsediyorum.
Ancak konunun daha iyi anlaşılabilmesi için yazının ilk bölümünde, husûsiyeti sebebiyle tarihte yerini almış altı önemli devletten birisi olan Memlûklüleri ve onun en önemli sultanlarından birini kısaca anlatmak gerekiyor.
Mısır Memlûklüleri, Osmanlı’daki yeniçeriler gibi Eyyubi Devleti’nin husûsi askerî birliğini oluşturuyordu. Bu askerî birliğin bir kısmı Çerkez ve Gürcülerden müteşekkil olmakla beraber, ağırlık olarak Kuman ve Kıpçak Türklerinin hâkimiyeti mevcuttu. Sadece hükümdara bağlı olan bu birliğin en önemli özelliği ise sadece beyazlardan oluşmasıydı.
Memlûklüler, Eyyubi Sultanı Melik Şah Salih’in haçlılar ile yapılan savaşta şehit olması sonrasında iktidarı ele geçirdiler. Başlarına da atabey olan Aybeg’i geçirdiler. Böylece diğer adı ed-Devletü’t-Türkiye olan, Müslüman Mısır Memlûk Sultanlığı kurulmuş oldu. Memlûklüler aradaki bağ sebebiyle, Eyyûbi Devleti’nin mirasına konmuş, onun devamı niteliğinde bir devlet olma özelliğine sahiptiler.
Kazandığı harpler ile Orta Çağın en güçlüsü hâline gelen, Türk İslam tarihinin talihinin değişmesine sebep olan ve yok olmanın eşiğinden çekip çıkartan bu devletin en önemli sultanlarından biri de Baybars’tır. Ancak selefi olan Seyfettin Kutuz’u da anlatmadan geçmeyelim. Halef-selef olan bu iki insan arasında, daha sonraki yazılarımda da değineceğim üzücü bir hadise yaşanmış olsa da, aslında bir “yap-boz”un birbirlerini tamamlayan iki parçası gibiydiler.
Seyfettin Kutuz, İslam tarihi bakımından çok önemli olan Ayn Calut Savaşı için tahta çıkartılmış ve başkomutan olarak cenk etmiş, Baybars da onun öncü birliklerinin komutanlığını yapmıştır.
Sultan Seyfettin, muharebeden kısa bir süre sonra üzücü bir şekilde vefat etmiş olmasına rağmen, uyguladığı taktiklerle ve göğüs göğüse cenk etmesiyle ne kadar iyi bir asker olduğunu ortaya koymuştur. Kazanılan zaferin kalıcı olması ve Suriye’de asayişin tekrar düzene girmesi için aldığı kararlar ise, ayrıca ne kadar önemli bir devlet adamı olduğunu da ortaya koymaktadır.
Kutuz’un kısa bir saltanat sürmesine rağmen, İslamiyetin bugünlere gelebilmesinde büyük pay sahibidir. Bu sebeple mutlaka hatırlanıp hayırla yâd edilmesi gerekmektedir.
Kölelikten sultanlığa çileli yolculuk
Sultan Baybars on yedi sene hükümdarlık yapmış, İslam Türk medeniyeti için çok büyük hizmetleri olmuş bir şahsiyettir. Hilafetin ve İslamiyetin korunmasında iki büyük düşman akımına karşı göğüs germiş, büyük zaferler elde etmiş, mücahit bir hükümdardır.
Müslüman olmasıyla iftihar eden ve bu yolda canını vermekten hiç çekinmeyen bir insandı. Medeniyetimiz açışından çok önemli olan ve İslamiyetin bu günlere gelmesinde büyük payı olan Sultan Baybars’ın, kölelikten sultanlığa kadar uzanan ömrü maalesef yeterince bilinmemektedir. Bu yazı dizisi ile elimden geldiğinde bu hakkını teslim etmeyi arzu ediyorum.
Baybars’ın milliyeti ile ilgili farklı rivayetler vardır. Bazı kaynaklarda Türk olduğu belirtilmekle beraber, umumi kanaat Çerkez olduğu yönündedir. Kıpçak Türklerinin içinde, o kültür ile yetiştiği için Türkçe konuşmayı tercih etmekteydi. Türk olduğunun iddia edilmesi de bu bilgiye dayanmaktadır. Kabilesinin ismi kesin olarak bilinmese de Borçoğlu veya Borlu olduğu düşünülmektedir.
Baybars’ın 1233 senesinde Karadeniz’in kuzeyinde sıradan bir şekilde başlayan hayatı, 1247 senesinde 14 yaşındayken Moğollara esir düşmesiyle değişir. Sahibiyle Sivas, Halep ve Şam şehirlerini dolaşır. Hama’ya geldiklerinde ise o sırada orada mahpus olan ve Eyyubi Sultanı Melik Şah Salih’in emirlerinden biri olan Alâeddin Aytekin el-Bundukdârî tarafından satın alınır. Bu onun için adeta bir dönüm noktasıdır. Çünkü Bundukdârî onu cesareti ve gözü pek olması sebebiyle Sultan’ın teşkil ettiği Bahriyye Memlüklüleri’nin içine katar ve orada Sultan’ın özel kuvvetleri olarak hizmete başlar. Emirin bu himayesi, Baybars’ın ömrünün sonuna kadar el-Bundukdârî olarak anılmasına da sebep olur.
Kısa sürede Melik Şah Salih’in dikkatini çeken Baybars, Sultan tarafından kölelikten azledilir. Harplerde gösterdiği yararlılıklar, namının önce Bahriyye Memlüklüleri’nin içinde sonra ise tüm Eyyübi mülkünde yayılmasına yol açar. Artık o Bahriyye’nin en başarılı askerlerinden biridir ve özellikle haçlılara karşı muvaffakiyetler onu önce kumandanlığa, sonrasında ise emirlik makamına taşır.
Sene 1249’u gösterdiğinde ise Baybars’ın hayatı ikinci defa değişir. Yedinci Haçlı Seferi’nin başında olan Fransa Kralı IX. Louis, beklenildiği gibi askerlerini Filistin Akka’ya değil de Mısır’a Nil Nehri’nin ağzına çıkartır ve Dimyat’ı ele geçirir. Düşman kapıya dayanmıştır. Şah Salih hasta haline rağmen düşman ile mücadele eder ancak neticeyi görmeye ömrü yetmez. Zafer ise oğlu Turan Şah’a nasip olur ve Kral Louis ağır bir mağlubiyete uğratılarak esir edilir. Bu netice, Sultanın ve galibiyette büyük etkisi olan Emir Baybars’ın namına nam katar. Fakat Turan Şah, güçleri dolayısıyla emirlerden çekinmektedir ve onlara karşı tavır almaya başlar. Hatta bazılarını öldürmeye bile çalışır. Bu hareketleri onun bir süre sonra suikaste uğramasına ve daha yeni çıktığı tahtta yeterince oturamadan vefat etmesine sebep olur.
Ortaya çıkan bu durum sebebiyle Eyyubi devleti ciddi yara alır. Suriye ve Mısır’da sultanlığını ilan eden emirler sebebiyle çift başlılık ortaya çıkar. Haçlılar sindirilmiş olsa da, Moğollar Suriye’nin sınırına dayanmış durumdadır. Bu sebeple Bahriyye Memlükleri’nin önde gelen emirlerden olan Muizzuddin El-Mansur Aybeg tahta çıkartılır ve Eyyübi devleti 1250 yılında Bayriyye Memlüklerinin eline geçmiş olur.
Sultan Aybeg, devleti toparlamak adına, en güçlü dört emir Aktay, Kutuz, Baybars ve El-Raşidi’den yardım ister. Bu ve diğer çalışmaları sebebiyle Memlüklü devletinin kurucusu olarak görülür. Aybeg’in de kendileri gibi bir Bayriyye Memlüklü olması sebebiyle ona destek veren emirlerin arasındaki ilişki ise, Fariseddin Aktay’ın gücünün artması ile bozulmaya başlar. Çünkü Aybeg bunu kendi için ciddi bir tehdit olarak görmeye başlar ve onu sarayda verdiği davette öldürtür. Bu suikasti Aybeg’in emriyle organize eden kişinin Seyfettin Kutuz olduğu da söylenmektedir.
Artık meydan yeni kurulma merhalesinde olan Memlük Sultanlığı, Sultan Aybeg’e ve üç büyük emirine; Kutuz, Baybars ve El-Raşidi’ye kalmıştır. Ancak aradaki dostlukları eskisi gibi değildir.
Eyyübilerin yıkılışı ve bir muharebenin ayak sesleri
Memlük devletinin kurulması; Haçlı seferleri, Moğol istilaları ve iç karışıklıklar sebebiyle yorgun düşmüş Orta Doğu için büyük bir fırsattı. Sultan Aybeg ve herkes için, savaşlar ve mücadelelerle dolu yeni bir döneme hazırlamak adına soluklanma zamanıydı.
Sultan Aybeg, bu dönemde kesif bir gayret harcamaktaydı. Çıkması muhtemel karışıklıklara sebebiyet vermemesi ve bir saltanat düzeninin sağlanması arzusuyla emirleri bile karşısına alma cesaretini göstermişti. Aktay’ı öldürtmesinin ardından, en meşhur üç emiri; Kutuz, Baybars ve El-Raşidi’yi eşit düzeyde kontrol altında tutmayı başarmıştır ancak Baybars ile ilgili endişeleri vardır.
Sultan bir yandan da Eyyübi Devleti’nin beyi mevkiinde olan ve Halep’te sultanlık iddiasıyla oturan, En-Nasır Yusuf ile uğraşmaktadır. Çünkü Mısır’ın kendisine ait olduğunu iddia ederek, bütün Suriye’yi ele geçirmek adına akınlar yapmaktadır. Bu sebeple sık sık karşı karşıya gelirler.
Bu çekişme, Baybars için de bir fırsat niteliğini taşır çünkü Aybeg’in Emir Fariseddin’i öldürtmesi sonrasında sıranın kendisine geldiğini düşünmektedir. Kendisine karşı açıkça bir tavır sergilenmese de tedirgindir. Çünkü Fariseddin ile arasının iyi olduğunu Sultan da dâhil herkes bilmektedir. Bu sebeple, gizliden gizliye kendisine müttefik arayışlarına girer ve En-Nasır ile görüşmeye başlar. Neticede 1250 yılında kendisine tabi, hususi Memlük askerleriyle Mısır’dan ayrılıp Suriye’ye gider. En-Nasır Yusuf’a biat eden Baybars 1259 yılında, Moğolların Suriye’yi istila hareketine kadar onun hizmetinde kalır.
Aybeg, bu durumdan dolayı zor durumda kalsa da aradaki gizli çekişmenin sonlanmasından dolayı sevinir. Muhtemel düşman istilası ve iç karışıklıklara karşı önlem almaya başlar ve çalışmaları 1257 yılında şaibeli bir şekilde hayatını kaybetmesine kadar da devam eder.
Yerine küçük yaştaki oğlu Mansur Ali tahta geçer ancak iki sene saltanat sürebilir. Çünkü Moğol tehlikesi Suriye’ye kadar gelmiş ve Mısır’a oradan da kutsal topraklara kadar uzaması da an meselesidir. Seyfeddin Kutuz, bu durumdan çok rahatsızdır ve yaşının küçük olması sebebiyle Sultan Mansur Ali’nin güven vermediğini düşünmektedir. Devlet idarecilerini ve emirleri toplayarak fikrini onlara da açar. Bu düşünceyi yerinde bulan emirler, tahtın el değiştirmesine karar verirler. Neticede 1259 yılında, Sultan Mansur Ali tahtan indirilir ve Seyfeddin Kutuz Memlük Sultanı olur.
Bu sırada Baybars, büyük bir mücadele içindedir ve Suriye’yi Moğollara karşı canla başla müdafaa etmektedir. Fakat beklemediği bir durum ile karşılaşır. En-Nasır Yusuf korkup geri çekilir ve onu yalnız bırakır. Bu sebeple kendisi de geri çekilmek zorunda kalır ve mücadeleye karşı inancını kaybeder. Bu sırada Mısır’da Seyfeddin Kutuz’un sultan olduğunu ve Moğollar ile harp etmek için bir ordu topladığını öğrenir. Vakit kaybetmeden adamlarını toplayıp geri döner ve Kutuz’a biat eder.
Baybars’ın Mısır’a dönmesi sonrasında zaten zayıflamış durumda olan son Eyyübi Sultanlığı da Moğollar tarafından ortadan kaldırılır. Hama’daki şube varlığını sürdürürse de bir müddet sonra onlar da aynı akıbeti paylaşmaktan kaçamazlar. Diyarbekir ve Hasankeyf civarında bulunan mahalli bir beylik ise ilk etapta bu hücumlardan kurtulsa da daha sonra Akkoyunlular tarafından ortadan kaldırılırlar.
Sultan Seyfeddin Kutuz, Suriye’yi yakıp yıkan Moğolları Kudüs’te karşılamak istiyordu. Çünkü daha fazla ilerlemeleri önce Mısır sonra ise kutsal topraklar için büyük bir tehlike etmektedir. Bu muharebe bu yüzden çok önemlidir ve Baybars’ın da kendisine biat etmesi de stratejik olarak avantaj anlamına gelmektedir. Bu sebeple Kutuz, Baybars’ı ordusuna dahil eder ve öncü birliklerinin başına geçirir.
Emirliği döneminde Haçlılarla ve Moğollarla yapılan mücadelelerde faal rol oynasa da, kendisine Mısır sultanlığı yolunu büyük ölçüde açacak olan Ayn-ı Câlût muharebesi artık kapıya dayanmıştır.
Ayn-ı Câlût muharebesi ve yok oluşun eşiğinden dönüş
Suriye’deki şehirleri birer birer istilâ eden Hülâgû, Mağribin anahtarı Mısır’ı gözüne kestirmişti. Mağrip’in olduğu kadar İslam dininin istikbali de tehlike altındaydı.
Artık muharebe kapıya dayanmıştı. Taze sultan Seyfettin Kutuz, hemen Müslümanları Moğollar’a karşı cihada çağıran bir ferman hazırlattı ve arkasından ordunun hazırlanmasını emretti. Moğolları Mısır’da karşılamak istemiyordu. Muhârebeyi şimâle taşıyıp, mağlubiyet ihtimaline karşı ikinci bir müdâfaa hattı kurmak istiyordu. Bu sebeple, Moğollara en yakın bölge olan Ayn-ı Câlût’a ulaşıp, muhârebeyi burada yapmayı arzu ediyordu. Bunun için tedbir maksadıyla Gazze’nin alınması lazımdı ve bu sebeple Baybars’ı 1260 yılının Temmuz ayında Gazze’ye sevketti. Burada bulunan Moğol kuvvetleri kumandanı Baydarâ, durumu o sırada Baalbek’te olan başkumandan Ketboğa Noyan’a bildirdi. Ketboğa ona şehri savunmasını ve kendisi yetişinceye kadar direnmesini emretti. Fakat Ketboğa geç kalınca Baybars Moğollar’ı mağlûp etti ve şehri ele geçirdi. Bu arada Moğolların büyük hanı Mengü Kaan öldüğü için, Hülâgû Kara Kurum’a gitmek zorunda kalmıştı ve ordularının başında Ketboğa’yı bırakmıştı.
Baybars’tan kısa bir müddet sonra Ağustos ayında Sultan Kutuz da Hama hâkimi el-Melikü’l-Mansûr Muhammed ile kardeşi el-Melikü’l-Efdal Ali ve Suriyeli diğer bazı emirlerle beraber Kahire’den Gazze’ye hareket etti. Bir müddet burada konaklayan Sultan Kutuz, yola devam edebilmek için Akkâ’daki Haçlı kontlarına elçi gönderip topraklarından geçiş izni aldı ve Baybars’ın da ordusuna dâhil olmasıyla sahil yolunu takip ederek emniyet içinde Ayn-ı Câlût’a ulaştı.
Hülagu’nun ordunun başında olmadığı haberini Seyfettin Kutuz da almıştı. Onun yokluğunda, orduyu komutan eden Ketboğa’yı kışkırtmak için ufak çaplı akınlarla, saldırılar düzenledi. Amacı hırsa kapılan Moğol ordusunu, Ayn-ı Câlût’a getirtebilmek ve buradaki coğrafi konumu kendi lehine kullanıp, onları tuzağa düşürmekti. Neticede istediği de oldu. Baybars’ın tarafından yapılan amansız gece baskınları neticesinde zarara uğrayan Ketboğa öfkeye kapıldı ve adamlarının Hülagu’nun dönüşünü beklemesine dair tavsiyelerini dinlemeden Ayn-ı Câlût’a hareket etti. 20.000 kişilik Seyfettin Kutuz kumandasındaki Memlük ordusu süvariler, atlı okçular ve piyadelerden oluşuyordu. Ketboğa Noyan komutasındaki 20.000 kişiye yakın Moğol ordusu ise Moğol atlı okçuları, Ermeni şövalyeler ve Gürcü piyadelerden oluşuyordu. Neticede iki ordu 3 Ekim 1260 tarihinde Ayn-ı Câlût’ta karşı karşıya geldi.
Ayn-ı Câlût Filistin’de Nablus ile Beysân arasında yer alan küçük bir mevki olup rivayete göre adını Hazreti Dâvûd tarafından bir savaş sırasında öldürülen Câlût’tan (Goliath) almıştır. Ayrıca Selâhaddin-i Eyyubi, 1182’de Haçlılardan aldığı bu küçük kasabayı, Hittin Savaşı ve Kudüs’ün fethinden önce bölgedeki Haçlı kontlukları üzerine düzenlediği seferlerde bir üs olarak da kullanmıştı.
Sultan Kutuz ve kumandanları bölgeyi iyi bildikleri ve arazinin uygun olması sebebiyle hilal taktiğini kullanmaya karar verdiler. Gece ordu ikiye ayırıldı ve bir bölümü ormanlık sahada pusuya yatırıldı. Muhârebe meydanına gece gelen Ketboğa, güneş doğduğunda karşısında kalan askerleri, bütün Memlük ordusu zannetti ve hırsına kapılıp aceleyle hücum emri verdi. Onların saldırdığını gören Baybars da karşı saldırı emri verdi ve kıran kırana bir muhârebe başladı. Baybars fazla yüklenmiyor, fark ettirmeden Moğolları tuzağa doğru çekmeye çalışıyordu. Bunu geri çekilme olarak addeden Noyan bir an önce nihai neticeye ulaşmak adına, bütün kuvvetleriyle Baybars’ın üzerine yüklenmeye başladı. Bu hamleyi bekleyen Baybars ise daha önceden planlandığı gibi ricat emri verdi ve geri çekilme başladı. Ketboğa şimdiden zafer sarhoşluğu içinde kendisinden geçmiş, ordusuyla birlikte tuzağa doğru dörtnala sürüklenmeye başladı. Bir müddet sonra Pusudan habersiz dağlık araziye giren Moğollar, Seyfeddin Kutuz tarafından arkalarının çevrildiklerini fark ettiklerinde ise iş işten geçmiş oldu. Büyüklüğüne güvenip savaş alanını bile incelemeye lüzum görmeyen ve hırsına kapılan Noyan, çok kötü bir şekilde tuzağa düştü ve her taraftan kuşatıldı.
Çemberin kapanmasıyla bir anda Moğolların üzerine ok yağmaya başladı ve patlayıcı bomba atan piyadeler ile birlikte Moğolların üzerine ölüm yağdırmaya başladılar. Sonrasında Sultan Kutuz arkadan, Baybars da geri dönüp önden saldırmaya başlayınca sıkışan Moğol askerlerinde arka arkaya kayıplar vermeye başladı. Öğleye kadar devam eden savaş sonunda Moğollar İslâm ordusu karşısında ağır bir mağlûbiyete uğradı. Bozulup kaçan adamlarının peşinden gitmeyip cenk etmeyi tercih eden Ketboğa Noyan ve oğlu ise çarpışma esnasında öldürüldü. Sultanın emriyle kaçanları takip eden Baybars, Beysan’da toparlanıp muhârebeye girişmek isteyen Moğol ordusunu, ani bir baskınla bir daha mağlûp etti ve onları Fırat kıyılarına kadar kaçmak zorunda bıraktı. Daha sonra Hülâgû Ketboğa’nın intikamını almak üzere ordu gönderse de onlar da dağılıp geri çekilmek zorunda kaldılar.
Bu zaferle Suriye ve Mısır’dan başka Mağrip de Moğol istilâsından kurtarılmış oldu. Zira Moğollar, Müslümanların doğudaki son kalesi Mısır’ı ele geçirmiş olsalardı İslâm dünyasını korkunç bir akıbete sürükleyebilirlerdi. Moğolların karşısına Sultan Kutuz gibi büyük bir şahsiyet çıkmamış, Irak ve Suriye gibi Libya, Tunus ve Cezayir de onların hâkimiyetleri altına girmiş olsaydı, Hıristiyanlar ve Latinlerle birleşebilecek Moğollar sebebiyle İslam dininin istikbali tehlikeye girebilirdi.
Ayn-ı Câlût Savaşı ile Memlüklüler Suriye ve Mısır’daki hâkimiyetlerini sağlamlaştırdılar. Osmanlı pâdişahı Yavuz Sultan Selim Hân’a kadar İslâm âleminin hamisi ve en büyük devleti olarak kabul görüldüler. Moğol istilâsı karşısında o güne kadar dâima müdâfaa konumunda olan İslâm âlemi ise bu mağlubiyet sonrasında artık taarruza geçmeye başladı ve en önemlisi de Moğolların uzun zaman sonra bir Müslüman tarafından yenilmesi ile büyük moral oldu. Bu durum Moğollar için de bir dönüm noktası oldu. Batıya ilerleyişleri durdu. Zamanla içlerindeki bazı hükümdarlar İslamiyet’e yöneldi.
Baybars açısından bakıldığında ise bu muhârebe, göstermiş olduğu cesâret ve kahramanlık sebebiyle, kendisine büyük bir itibar kazandırdı ve Memlük Sultanlığının kapılarını tamamen açmış oldu.
Orta Doğu’nun hüzünlü sonbaharı ve Baybars’ın yükselişi
Ayn-ı Câlût Muharebesi vesilesiyle Orta Doğu’nun, Anadolu’nun ve hatta Avrupa’nın tarihi değişti. Sultan Seyfettin Kutuz sayesinde Libya, Tunus, Cezayir ve bütün mağrip Moğolların hâkimiyetleri altına girmekten kurtuldu. Böylece istilanın Avrupa’ya sıçraması ve birçok medeniyetin de yok olması önlendi. Müslümanların Orta Doğu’daki hâkimiyeti arttı ve bir dönüm noktası oldu. Aynı zamanda Moğolların İslamiyete bakış açıları değişti ve zamanla bazı Moğol hükümdarları İslamiyet ile şereflendi.
Memlüklüler ise Suriye ve Mısır’daki hâkimiyetlerini sağlamlaştırdı. Moğolları mağlup etmek gibi büyük bir payenin sahibi oldukları için takdir edildiler ve İslâm âleminin hamisi olarak görülmeye başlandılar. Fakat bu vaziyet bazı üzücü hadiselere de sebebiyet verdi. Henüz savaşın üzerinden kısa müddet geçmişken, Orta Doğu bazı çekişmelere sahne oldu. İki büyük Müslüman komutanın karşı karşıya gelmesiyle Orta Doğu’da adeta bir hüzünlü bir sonbahar yaşandı.
Bazı kaynaklarda hadisenin müsebbibinin ve faillerinin bulunamadığı belirtilse de bu kavil kuvvetli değildir. Esas olan ise Baybars ile Kutuz arasında bir çekişmenin yaşandığıdır.
Ayn-ı Câlût gibi bir zaferin baş mimarlarından olan iki büyük asker, Sultan Seyfettin Kutuz ve onun daha önce karındaşlığını, sonrasında ise komutanlığını yapan Baybars, maalesef muharebe sonrasında karşı karşıya geldi. Baybars’ın ısrarla istediği Halep naipliğinin verilmemesi ile başlayan bu hadise, Kutuz’un, bir av partisi sırasında suikasta kurban giderek öldürülmesiyle neticelendi.
Kutuz, Baybars’ın muharebe neticesinde ortaya çıkan şöhretinden çekiniyordu. Bu sebeple Suriye naipliği konusunda da menfi bir cevap vermişti. Fakat Baybars’ın ısrarcı olmasıyla zor durumda kaldı. Çünkü arzu ettiği takdirde etrafına hatırı sayılır miktarda adam toplayabileceğinin ve bu vaziyetin de devleti ikiliğe sürükleyeceğinin farkındaydı. Ayrıca Baybars’ın, Fariseddin Aktay’ın öldürülmesinde kendisinin parmağının olduğunu öğrendiğine dair istihbari bilgi almıştı. Bu sebeplerle itimat ettiği adamlarıyla istişare ederek, Baybars’ı öldürtmeye karar verdi.
Fakat burada Kutuz’un bahtsızlığı, Baybars’ın böyle bir hamleyi bekliyor ve gizli gizli onu takip ettiriyor olmasıydı. Artık ok yaydan çıkmıştı ve iki büyük komutan birbirlerini ortadan kaldırmak için fırsat kollamaya başlamıştı. Sultanın diğer bahtsızlığı ise istenmeyen bir adam olmasıydı. Tahta kısa bir müddet önce çıkmış olmasına rağmen, halk arasında ve saray idâresinde Kutuz’a karşı muhâlif bir tavır vardı. Buna muharebe sebebiyle almış olduğu sert tedbirler sebebiyet vermişti. Bütün bunlar Kutuz’a düşman olanların sayısı artırırken, tahtan indirilmesini isteyenlerin de seslerini yükseltmeye başlamıştı. Moğollara karşı mutlak bir galibiyet alınması da fayda etmedi. Aksine zafer Baybars’a atfedildi ve bu Baybars’ın ciddi manada kuvvetlenmesine sebep oldu.
Bu karşılıklı çekişmede ilk fırsatı yakalayan Baybars oldu. Sultan, muharebe sonrasında Mısır’a dönüşe geçti ve Kahire yakınlarına geldiğinde adına düzenlenen av partisine katıldı. Burada bir an gaflete düşen Kutuz, ordugâhtan tedbirsiz bir şekilde ayrıldı. Bu durumdan istifade eden Baybars, 23 Ekim 1260 tarihinde pusuya düşürdüğü Sultan Seyfettin’i bir okla öldürdü.
Bu hadise, kâhir ekseriyetin Kutuz’u istememesi sebebiyle sevinçle karşılandı ve hemen ertesi gün 24 Ekim 1260 tarihinde Memluk emirleri, Baybars’ı Melik-üz-zahir Rükneddin unvanıyla başa geçirdiler. Böylece Karadeniz’in şimalinde başlayan serüven, otuz yedi sene sonra sultanlığa kadar ulaşmış oldu.
Maalesef mazide böyle talihsiz acılara istenmese de rastlıyoruz. İyi niyetle yola çıkılan böyle hadiseler hüzünle neticelenebiliyor. Bu mevzuları günümüz penceresinden bakarak değerlendirmek büyük hata olur. Çünkü tarafları ve hadisenin sebeplerini tam anlamıyla bnilmeden ve yaşananlara tam manasıyla vakıf olmadan, devrin tarihçilerinin bakış açılarıyla yazılmış bilgilerle yapılan menfi değerlendirmeler, maksadını aşabiliyor. Bunun için bu konuda yazı yazılırken çok dikkatli hareket edilmesi gerekmektedir.