21 Eylül 1842 Çarşamba günü sabah saat 5’te eski Çırağan Sarayı’nda doğdu. Babası Sultan Abdülmecid Han annesi Tir-i Müjgân Sultan‘dır. On yaşında iken annesini kaybetti. Perestu Kadınefendi’nin bakımına verilen şehzade iyi bir eğitime de tâbi tutuldu. Küçük yaşta Arapça tahsiline başlamışlar, ilk öğrendikleri Arapça olmuştur. Ardından Farsçayı ve diğer ilimleri de tahsil etmiştir. Sonraki yıllarda iyi anlayacak derecede Arnavutça ve Çerkezceyi de öğrenecektir.
O, Arabiyi Ferid ve Şerif Efendilerden, Farisiyi Kazasker Ali Mahvi Efendi ve Sadrazam Safvet Paşa’dan, tefsir, hadis ve fıkıh ilimlerini Gümüşhanevi Ömer Hulusi Efendiden, Fransızcayı Gardet, Ethem ve Kemal Paşalardan, Osmanlı tarihini Vakanüvis Lütfi Efendiden öğrendi.
Spor ve at biniciliğini Lala Mehmed Sadık Ağa ve Mâbeynci Osman Efendiden, silah talimlerini ve diğer askerlik bilgilerini hünkâr yaveri çeşitli subaylardan aldı.
Tefsir ilmine oldukça vâkıftı. Ayet-i kerîmeleri bazen okur ve izâh ederlerdi. Babaları Abdülmecid Han, “Bu benim oğlum derviştir.” buyururlarmış ve ekseriya bu lakapla hitap ederlermiş. Çok fasîh ve güzel konuştuğu için de amcaları Abdülaziz Han da kendisine, “Bülbül” lakabını vermişti.
1861’de babasının veremden ölümü ve Sultan Abdülaziz’in tahta geçişinden sonra saraydan ayrıldı. Tarabya’daki yazlığı, Maslak’taki köşkü ve Kâğıthane’deki çiftliğinde geçen daha sakin bir hayatı tercih etti. Bu dönemde Perestu Kadınefendi’den kalan miras ve kendisine tahsis edilen aylığı tasarruflu kullanarak giriştiği çeşitli ticari faaliyetler neticesinde ciddi bir servet sahibi oldu.
II. Abdülhamid, şehzadelik yıllarından itibaren Maslak ve Kâğıthane’de bulunan çiftliklerinde tarımla uğraştı. Her sene 500-600 arası Merinos cinsi koyun getirtir bunların ticaretini yapardı. Ayrıca yurtdışından getirttiği Üstübeç’in (boya maddesi) alım satımını yapardı.
Sarrafı Mösyö Zarifi vasıtasıyla parasını esham (hisse-borç senedi) alım-satımında değerlendirdi. Bu sayede şahsi servetini daha da attırdı.
Tahta çıktığında askere dağıtılacak olan 60 bin Osmanlı altını tutarındaki cülus bahşişini elde ettiği bu servetten dağıtmıştır.
Abdülhamid Han’ın tıb ilmine özel bir ilgisi vardı. Tıbbın gelişmesi için çok gayret gösterirdi. Ülkede şöhret kazanmış doktorlarla bizzat görüşür ve tıptaki gelişmeler hakkında kendilerinden bilgi alırdı. En az bir doktor kadar tıp bilgisine sahip olmuştu. Doktorunun yazacağı ilaçları bilir, hangisinin daha iyi geleceğini bile söylerdi. İbn-i Sina’nın tıp kitabını Arapçasından okuduğunu hususi doktoru Âtıf Hüseyin Bey’e anlatmıştır.
Abdülhamid Han’ın, ara sıra vücutça bir rahatsızlık hissederse Harem’de yaptırdığı geleneksel ilaçları da kullandığı da bilinmektedir. Sultan II. Abdülhamid, atletik bir vücuda sahipti. Vücutça zinde ve çevik idi. Uzuvları birbiriyle uyumlu idi. Zayıftı. Buna rağmen kemikleri kalın olduğundan şeklen pek zayıf görünmezdi.
Omuzlarının genişliği mutedil fakat biraz öne doğru eğik yani bir nevi kambur idi. Kolları uzun, elleri büyük ve enli, parmakları kalındı. Cildi, yüzünde beyaza meyyal toprak renginde olup vücudunun diğer yerlerinde beyazdı. Alnı geniş, şakakları basık, yanakları çökük, çehresi uzundu.
Kaşları belirgindi. Gözleri pek o kadar büyük olmayıp biraz küçük, parlak ve cevval bakışlı idi. Gözlerinin hızlı hareket eder olması onun meraklı bir tavra sahip olduğunu ilk bakışta insana hissettirirdi. Gözleri renkçe koyu maviye kaçar siyahtı. Etrafı esmer, göz kapaklarının çevresi kırmızıya çalıyordu. Ayrıca gözlerinin etrafında büküntüler bulunmaktaydı. Kaşlarının çıkıntısının fazla olmasından ve elmacık kemiklerinin oldukça belirgin bir durum arz etmesinden ötürü gözleri oldukça çukur da kalmıştı. Sesi gür ve kalındı. Burnu ecdad-ı izamı gibi yüzüne nispetle büyük ve uzunca idi. Saçları koyu kumral kırca ve çok sıktı.
Sultan Abdülhamid Han’ın haleti ruhiye bakımından asabi mizaçlı olduğu ifade edilmektedir. Ancak bunun davranışlarına fazla yansımadığı görülmektedir. Şehzadeliğinde rahat olmasına rağmen hükümdarlığı sırasında daha içine kapanık, yalnızlığı seven bir karaktere sahip olduğu görülmektedir. Aslında bir bakıma Sultan Abdülhamid’in ahval-i ruhiyesi adeta bir muamma idi. Fikrini okşayıp aklından ve kalbinden geçenleri keşfetmek, maksadını anlamak gerçekten zordu.
Kendisi gayet nazik ve terbiyeliydi. Mâbeyncileriyle nazikâne ve samimi bir şekilde görüşürdü. Emrinde çalışanlara, sefirlere, vezirlere gayet doğru, muntazam ve akilâne sözler söylerdi. Bu itibarla kendisiyle görüşenler çabuk etkilenirlerdi. Etkili bakışları, zekâsı ve siyasi maharetiyle hususi bir tesir bırakırdı.
Hafızası pek nadir insanlarda bulunabilecek kadar kuvvetliydi. En eski ve ilgisiz konuları bile yıllar geçse rahatlıkla hatırlardı. Bir gördüğü insanı bir daha unutmamış, birine verdiği emri senelerce sonra rahatlıkla anlatırdı. Yaşadığı onca olaya ve probleme, maruz kaldığı sıkıntılara ve ilerlemiş yaşına rağmen ahir ömrüne kadar unutkanlıktan uzak kalmış, hafızasının zindeliğini büyük ölçüde muhafaza edebilmiştir.
O, bir kere görüştüğü, hatta sadece gördüğü adamın zihni veya yaratılış özelliklerini takdir değilse de tahminde ekseriya hakikate yakın bir isabet gösterirdi. Sefirlerin ve ecnebi misafirlerin bu hususta müteaddit ve riyasız şahadetleri olmuştur. Bu melekesi sayesinde hasımları üzerinde hüsn-i tesir icrasına muvaffak olurdu.
Sultan Abdülhamid şık giyinirdi ve zarafete adeta âşık idi. Temiz ve itinalı giyinmenin hayatta bir intizam ifade ettiğini söylerdi. İnsanların kıyafetleri konusunda ihmalkâr davranmalarının kendilerinde düzen ve intizam fikrinin bulunmayışından kaynaklandığına inanırdı. Nitekim o, hata denilen şeyin gayr-i ihtiyari olabileceğine inanmazdı. Sultan Abdülhamid’e göre insanda hata olmaz, hata ya kasten olur yahut dikkatsizlik neticesinde meydana gelirdi. Ona göre kasten yapılan hatalar cezalandırmayı gerektirici bir kabahat idi. Dikkatsizlik neticesinde vuku bulan hataların kabahati ise o dikkatsizliği yapana aitti. Dikkatsizlik mazeret sayılamazdı.
Kaynak: Kayı X, Sayfa: 251-254
- Tags: abdülhamid han