Misak-ı Millî, nev-i şahsına münhasır adıyla Ahd-i Millî Beyannamesi denilen bu altı maddelik vesika, devreye alınamamış olmasının yanında kendi içinde de birçok tenakuzu (çelişki) barındırmaktadır.
Daha çok sınırların ve hâlihazırdaki sınırlar içinde yaşayan Müslüman-Türk nüfusun müdafaasının ele alındığı ilk üç maddenin hülasası şudur; Mondros Mütarekesi imzalandığı sıradaki mevcut sınırlar içinde bulunan Müslüman halk muhafaza edilecek ve buralar Türklerin elinde aynen kalacaktır. Araplarla meskûn İngiliz ve Fransızların kontrolü altında bulunan topraklar ile Rusların işgali altındaki Kars, Ardahan ve Batum gibi yerlerin istikbali ise plebisite (halk oylaması) ile tayin edilecektir. Hatta buna Cihan Harbi öncesi Yunan işgaline uğrayan ekseriyeti Müslüman olan Batı Trakya da dâhildir.
Tenakuzlar zincirinin en mühim halkası burada başlamaktadır. Çünkü sınırlar meselesi Misak-ı Millî’nin can damarıdır. Ankara’da düzenlenen metinde, Mondros ile belirlenen sınırların “içinde yaşayan” Müslüman-Türk ekseriyetinin “bölünmez bir bütün” olduğu tebarüz ettirilirken (vurgulanırken), İstanbul’da bu ifade “mütareke çizgisinin içinde ve dışında” yaşayan olarak değiştirilmiştir. Misak-ı Millî metinlerinin bir kısmında “ve dışında sözü varken, bazılarında yoktur. Tuhaf noktalardan bir diğeri ise Ankara hükûmetinin hâlihazırdaki sınırların dışında bulunan Müslüman-Türk çoğunluğu dikkate almamasıdır. Buna mukabil İstanbul hükûmeti “içinde ve dışında” diyerek korumacı bir tavır göstermiştir. Ortaya çıkan bu tenakuzlara, Lozan görüşmelerinde Lord Curzon bile dikkat çekmiş, İsmet İnönü müdafaa bile edemeden susmak zorunda kalmıştır.
Dördüncü madde ise saltanat ve hilafet merkezinin ve Boğazların ehemmiyetine binaen emniyetinin muhafaza edilmesi ile ilgilidir. Ancak tuhaf olan şudur ki; Ankara’nın ehemmiyetinden ve emniyetinin muhafazasından bahsetmesine rağmen, saltanat ve hilafet bizzat Ankara hükûmeti tarafından ilan edilen bir kanun ile ilga edilmiştir. (Saltanatın Lozan’a gitmeden önce, hilafetin ise İngilizler ile görüşmelerin tıkanması sonrasında ilga edilmesi ise dikkat çekicidir.)
Bütün bunlar göz önüne alındığında gerek tarihçiler, gerek devrin aydınları Cumhuriyet ilan edildikten sonra, Misak-ı Millî için “zamanın icaplarına göre hazırlanmış gerçekçilikten uzak bir vesikadır” şeklinde farklı bir düşünce ortaya koymuşlardır. Bu şekilde fikir beyan edilmesine sebep olarak ise ilan edilmiş kararları, Ankara hükûmetinin bile sahiplenmemiş olmasını göstermektedirler. Hâlbuki sahiplenmenin aksine birçok maddesi bizzat Ankara Hükûmeti tarafından ihlâl edilmiştir.
Bu konuda bizzat Mustafa Kemal’in menfi cihette bir fikir beyanı da mevcuttur. İsmet İnönü’nün ve heyetteki birçok şahsın tecrübesizliği sebebiyle Lozan’a gidecek heyete itiraz eden milletvekili Sırrı Bey, Misak-ı Millî metnini bizzat kaleme aldığından bahis açınca, Mustafa Kemal, “Keşke yazmaya idiniz. Başımıza çok belalar koydunuz” şeklinde cevap vermiştir.
Bütün bunlara rağmen Misak-ı Millî; Sevr ve Lozan karşılaştırılmasında yapıldığı gibi devrin icapları gereği yeni devletin müspet, Osmanlı Devleti’nin ise menfi gösterilmesi maksadıyla bolca kullanılmıştır. Bu sebeple Kemalist resmî tarih literatürünün parlak sloganlarından biri hâline gelmiştir. Üstüne üstlük bu gerçeğin hilafına yapılmıştır.
Sadece Kemalist zihniyet ile kalmamış, İngilizler de sonraki devirlerde, hilafet ve saltanat meselesi sebebiyle Misak-ı Millî’ye sahip çıkmış ve müdafiliğini yapmıştır. Bunu en meşhur İngiliz tarihçilerinin meseleye dair kaleme aldığı yazılarında görmek mümkündür.
Mesela tarihçi Toynbee, 1922 tarihli “The Western Question in Greece and Turkey” adlı eserinde Misak-ı Millî’nin ehemmiyetini anlatır ve büyük harflerle “Osmanlı İmparatorluğu öldü! Yaşasın Türkiye!” yazar. Bu tarz yazılarla İngilizler açıkça Ankara Hükûmeti lehine, Misak-ı Millî propagandası yaparak Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki zihniyetini de açıkça ortaya koymuşlardır…